29 Temmuz 2016 Cuma

SEYYİD KUTUB TEFSİRİ\7-inci cilt-cihadla alakalı

Fikirler hayatın malı oldukları müddetçe yaşarlar.Ortaya atılan her fikir toprağa serpilmiş tohum gibidir.Tohum toprakla temas kurup,güneş enerjisinden istifade ettiği müddetçe yaşama gücüne sahip olabilir.Fikir de böyle...Hayatın içinden geldiği.hayatla irtibat kurabildiği ve hayatın malı olduğu nisbette hayatta kalabilir.Hayatın malı olmamış fikirler,toprağa kök salmamış tohumlar gibidir.Mutlaka bir gün kurumaya mahkümdür.







an’ın İlâhî kaynaktan geldiğini ve bu yüce kitabın Alîm ve Habîr olan vacibül vücut tarafından gönderildiğinin bir daha tekitle duyurulması demektir.

Bu izah ve açıklamadan sonra, Ehli Kitaba ait şirk ve küfrün hakikatini bildiren âyete geliyoruz:

“Allah’tan bulsunlar!.. Nasıl da uyduruyorlar?..’

Ve... evet... Allah kahretsin onları... Şu apaçık haktan nasıl da yüz çeviriyorlar?!.. Akıl ve vicdanın asla uyuşamadığı o kördüğüm olmuş putperestliğe nasıl meylediyorlar?!..

HAHAMLARI VE RAHİPLERİ

Bundan sonra İlâhî kelâm sözü, Ehli Kitabın hakikatten inhiraf safahatının başka bir noktasına getiriyor. Bu keyfiyetin sadece söz ve inançta kalmayıp, o bozuk itikada dayanan vakıalarda da tezahür ettiğini ifade ediyor :

31 — Bunlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryemin oğlu Mesih’i tanrılar edindiler. Halbuki onlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardır. O’ndan başka hiç bir tanrı yok. O, bunların eş tutageldikleri herşeyden münezzehdir.

Sûredeki bu bölümün bir parçası olan bu âyeti kerîmede, zikri geçen kimselerin Ehli Kitap olduklarından şüphe olmadığına ve dolayısiyle hak din üzere olmaları gerektiğine işaret ediliyor. Ehli Kitap olduklarına göre Allah’ın dini «üzere idiler... Ancak ayet onların, Allah’ın dini üzere kalmadıklarına dair önce inançlarını sonra pratik hayatlarını şahit gösteriyor. Aslında onlar, sadece Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Fakat rahiplerini ve alimlerini Allah'ın dışında Rabler edindiler. Tıpkı Meryem oğlu Mesîhi Rab edindikleri gibi. Bu ise, onların Allah'a şirk koştuklarını ifade eder. Allah, onların şirklerinden münezzehtir... öyleyse onlar, gerek inanç ve gerek düşünce yönünden Allah’a iman eden kimseler değildirler... Gerek pratik ve gerek amelî yönden hak dini din edinen kimseler olmadı!
*
Onların, alim ve rahiplerini nasıl Rab edindiklerine geçmeden önce, Resulullah’ın âyeti kerimeyi nasıl tefsir ettiği hususunu.ihtiva eden sahih rivâyetleri arzetmeyi uygun görüyoruz.

Âyette geçen “ jk*- Vl ” kelimesi “ ” veya “ j*- ” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime; Ehli Kitabın alimi manasına gelir. Hatta çok kere yahudi alimlerine'itlak olunur... “ jL*J\ ” ise
i
” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de hıristiyanlarca; ibadet için dünyadan elini eteğini çeken ve kendini Allah’a veren kimse demektir. Bunlar evlenmezler, kazanç ve maişet mükellefiyetleriyle uğraşmazlar"

“Dürr-i Mensur” da kaydedilen bir hadiste; Tirmizi, İ b n i Münzir, İbni Ebu Hatem, Ebu Şeyh, ibni M e r d e v i ’ye, B e y h a k i ve diğerleri A d i y y  î b n i  H a t e m ’in şöyle dediğini rivâyet ederler: Resulullah, Berâe Sûresindeki “Onlar, alim ve rahiplerini Allah’ın dışında Rabler edindiler” âyetini okurken, onun yanına geldim. Şöyle buyurdular: “Şüphesiz ki bu insanlar, onlara ibadet etmiyorlardı. Fakat onlar bu insanlara bir şeyi helâl ettiler mi, derhal onu helâl olarak kabul ederler; bir şeyi de haram ettiler mi, derhal onu haram olarak benimserlerdi.”

I b n i Kesir tefsirinde bu hadis şöyle zikredilmektedir; îmam-ı Ahmed, Tirmizi ve İbni Cerir, Adiyy İbni Hatem’den rivâyet ederler ki; Hatem, Resulullah’ın daveti kendisine ulaşınca hemen 
Ş a m ’a firar etmişti. Çünkü o, cahiliyet devrinde hıristiyan olmuştu. Sonra, kız kardeşi ile kavminden bir cemaat esir düştü. Resulullah, kız kardeşine iyilik ve ihsanda bulundu. Kız kardeşi bilahere Şam’a dönünce kendisine yapılan muameleyi kardeşi Adiyy’e anlattı ve onu İslâma davet etti. — Adiyy, cömertliğiyle tanınan meşhur Hatem-i Taî’nin oğlu ve Tayy kabilesi’nin Reisi idi. — Medine’ye geldiği günlerde bütün halk ondan bahsetmeye başladı. Adiyy, boynunda gümüş bir haç olduğu halde Resulullah’ın huzuruna girince, Resulullah; “Onlar, alim ve rahiplerini Allah’ın dışında Rabler edindiler.” âyetini okuyordu. Adiyy, Resulullah’a şöyle söylediğini haber verir : “Onlar, alim ve rahiplere ibadet etmiyorlar.”

Resulullah şu cevabı verir :

“Evet!.. Fakat alim ve rahipler, onlara helali haram, haramı da helâl kıldılar... Ve o insanlar da, bunlara tabiî oldular. İşte onların, alim ve rahiplerine ibadetlerinin manası budur...”

S û d d i der ki : İnsanlar nasihat istediler ve Allah’ın Kitabını arkalarına attılar. Bunun için Yüce Allah onlara şöyle buyurdu :

“Halbuki onlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmelerindhn başkasıyle emrolunmamışlardır.”

Yani, O’nun haram kıldığı şey haram, helâl kıldıkları helâldir. O’nun koyduğu kanunlara mutlaka uyulmalı, hükümleri mutlaka infaz olunmalıdır.

Alûsi, tefsirinde şöyle der :

“Birçok müfessirler derler ki : Âyetteki “Erbab • Rablar” dan maksat şudur: İnsanlar, onlara kâinatın ilâhları olarak inanmıyorlardı. Fakat onların emir ve yasaklarına itaat ediyorlardı.”

Apaçık ifadesiyle Kur’an âyetleri, Resulullah’ın bu âyetleri tefsiri ve ilk müfessirlerle müteahhirin ulemasının anlayışları, bize din ve akide hakkında son derece ehemmiyetli bir hülasa vermektedir. Bu hülasayı, burada son derece kısa çizgilerle özetleyelim :

1 — İbadet; dinî vecibelerde Kur’an âyetlerine ve Resulullah'ın tefsir ve izahına uymaktır. Yahudi ve hıristiyanlar; ülühiyetlerine inanmak veya kulluk vecibelerini onlara takdim etmek gibi bir mana ile alim ve rahiplerini Rab edinmiş değillerdi... Bununla beraber Allah’ü Teâlâ bunları şirk ve küfürle tavsif buyuruyor. Çünkü onlar, dinî emirleri alim ve rahiplerinden alıyor , onlardan aldıkları emirlere itaat ediyor ve tabiî oluyorlardı... İbadet ve itikat bir tarafa, sadece bu bile, failini müşrik yapmaya kâfidir. Müminler cemaatinden çıkarıp kâfirler topluluğuna ithal eden şirke nispet edilmesi için yeterlidir.

2 — Allah kelâmı; her türlü teşriî esasları alimlerinden alıp ona itaat ve ittiba eden yahudilerle, Mesih’in ülûhiyetine inanıp dinî ibadetleri ona takdim eden hıristiyanları şirkte ve Allah’tan başka Rablar edinmek tavsifinde aynı seviyede tutmaktadır. Burada da, ibadet ve taat bahis konusu olmamakla beraber, Allah’ın onlara verdiği vasıf, kendilerini müminler kitlesinden koparıp kâfirler zümresine ilhak etmeye kâfidir.

 3 — Allah’a ortak koşmak; sadece teşriî hakkını Allah’tan başkalarına vermekle de tahakkuk eder Allah’ın ülûhiyeti inancında ve O’na kulluk vecibelerinin takdiminde ortak koşulmasa dahi, teşriî hakkının başkasına verilmesi, bir insanı müşrik yapmaya kâfidir... Bu husus yukarıdaki bölümlerde~de~geçmîşti: Burada, Biraz daha ayıklamış olduk.

Bu izahlar her ne kadar bu âyetlerden maksat, o gün İslâm cemiyetinde tezahür eden Rumlarla savaşmak hususundaki korku ve tereddüt gibi karışıklıkların izale edilmesi ve onların Ehli Kitap olmaları hasebiyle Allah’a iman eden kimseler olarak durumlarının vuzuha kavuşturulması ise de bunlar, “dinin hakikatini” belirtmek hususunda bize büyük ve mutlak bir fayda sağlamaktadır...
Şüphesiz hak din, Allah’ın insanlardan, ondan başkasını kabul etmediği “İSLÂM” dinidir... İslâm; sadece Allah’ın ülûhiyetine inandıktan ve kulluk vecibelerini sadece O’na takdim ettikten sonra, hüküm ve kanunda da sadece O’na ittiba etme esasına dayanır!.. İnsanlar, Allah’m şeriatinden başka bir şeriate tabiî olurlarsa; her_ne kadar dâvaları iman olsa dahi imanları âsla kabul edilmeyen ve müşrik olarak tavsif edilen yahudi ve hîrisüyanlar hakkında söylenen söz, onlar hakkında da geçerli olur? Bu vasıf, sadece Allaha bırakıp kulların teşriatına uymaları sebebiyle onlara itlak edilmektedir. Onlar, yapılan zorlamalar karşısında buna tabiî olduklarını ve onu defetmeye de muktedir olamadıklarını inkâr etmiyor, dolayısiyle Allah’a karşı iftirada bulunmuyorlar...

“Din” istılâhı, bugün insanların ruhlarına yayılmıştır. Hatta din, vicdandaki bir inanç ve yapılması gereken kulluk vecibeleri olarak kabul edilmektedir. Bu keyfiyet, bu sağlam âyetin ve Resulullah’ın tefsirinin de ifade ettiği veçhile yahudilerin de kabul ettiği bir husustur. Ne varki onlar diğer yandan Allah'a şerikler buluyorlar, O’nun, bir tek ilâha ibadet etmek hususundaki emrine aykırı hareket ediyorlar, alim ve rahiplerini Allah’tan başka Rabler ittihaz ediyorlardı. ..

Sûr* 9: Tevbe
Dinin ilk şartı; ona boyun eğmek, teslim ve tabii olmaktır. Bu
husus, ibadetlerin takdiminde olduğu kadar teşriî emirlere tabii olmada da önem taşır. İlâhi emir, ciddidir; Allah’tan başkalarının şeriatlerine tabii olanların sadece Allah'ın Ulûhiyetine inanmaları ve ibadetleri sadece 0|na takdim etmeleri kendilerini kurtarmaz, Din, onların mümin ve müslüman addedilmeleri şeklînde bir kaypaklığı asla kabul etmez!.. Maalesef dinimizin bugün maruz kaldığı en büyük tehlike de bu kaypaklıktir  Bir yandan mümin ve müslüman duğunu söyler, diğer taraftan çeşitli inanç ve hareketleriyle Allah’a şirk koşar... Din düşmanları, bu türlü şahıslar ve müesseseler üzerindeki “İslâm” levhasına bilhassa itina gösterirler. Aslına uymayan bu İslâm yaftasını destekleyerek istismar ederler. Yüce Allah, onlar ve benzerlerinin müşrik olduklarını, hak dini din edinmediklerini ve Allah’tan başkalarını Rab edindiklerini beyan etmektedir... Mademki bu dinin düşmanları, bu türlü şahıs ve müesseseler üzerindeki İslâm yaftasını itina ile korumakta ve İslâm aleyhine kullanmaktadırlar, o halde bu dinin dost ve hamileri de sahte levhaları söküp atmalı ve levhanın altında biriken şirk, küfür ve Allah’tan başkasını Rab edinmek gibi ihanetleri ortaya koymalıdırlar...

“Onlar, bir tek Allah’a ibadetten başka bir şeyle emrolunmamışlardır... Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir...” 

Âyeti kerime, ifadesinde bir kademe daha ileri giderek müminleri savaşa teşvik ediyor :

ALLAHIN NÜRUNU SÖNDÜRMEK İSTEYENLER

32 — Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.
33 — Müşrikler hoşlanmasada dinini bütün dinlerden üstün
kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve bak dinle gönderen Allah’tır.

Şu Ehli Kitapta; ne hak dinden inhirafın sonu gelir, ne Allah’tan başkalarına ibadetin ve ne de Allah’a ve âhiret gününe imanlarındaki kaypaklığın... Onlar ancak hak dine harp ilan ederler... Bu dinde, arza yayılan bu davette ve beşer hayatının esas kalıbı olan bu nizamda tecelli eden Allah’ın nûrunu söndürmek isterler...

“Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler».”
\
Onlar, Allah’ın nûruna harp açıyorlar... Gerek O’na itlak ettikleri yalanlar, desiseler ve fitnelerle... Gerek taraftarlarını bu dine ve bu dinin ehline karşı savaşa teşvik etmekle... Ve gerekse bu âyetin temas ettiği olayda ve bütün tarih boyunca cereyan eden vakalarda olduğu gibi bizzat bu dinin önüne set çekmekle...

Bu ifade — her ne kadar o gün müslümanların kâlplerine cesaret vermek için irad edilmiş ise de — İlâhî nûrla insanları hidayete ulaştıran hak dindeki Allah’ın nûruna karşı Ehli Kitabın tabiatini \dile getirmektedir.

“Kâfirler istemese de, Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.”

Bu, Allah’ın hak vadidir... Kâfirler istemese de dinini muzaffer nûrunu tamamlamak hususunda değişmeyen kanunudur...
O, iman edenlerin kalplerine emniyet ve güven veren İlâhî bir vaaddir... Zorluk ve sıkıntıya, kâfirlerin hiyle ve tuzaklarına rağmen, müminlere, hak yolda devam etmek zevk ve azmini veren İlâhî bir garantidir... Bütün devirler boyunca kâfirler ve benzerleri için aynı kuvvette tehditleri ihtiva eden İlâhî ifadeler de serdedilmiştir.

Şimdi âyeti kerime o va’de ve bu tehlikeye bir ilâve yaparak şu hususu beyan etmektedir :

—- “Müşrikler hoşlanmasalar da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah!tır.”

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, hak dinden murat, şu âyette beyan edilen hususlardır :

“Kendilerine kitap verilenlerden olup ta Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ile Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle tâ boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.”...
İşte Allah, son peygamberini bu dinle göndermiştir. Savaşma emri ise, bu dini kabul etmeyen kimseleri içine almaktadır...

Âyeti hangi şekilde tevil edersek edelim, bu böyledir. Kısaca hak dinden maksat; itikatta, ibadette ve hayat nizamında sadece Allah’a inkıyad etmektir. Bu, aynı zamanda bütün İlâhî dinlerin de temelidir. Hz. Muhammed’in getirmiş olnuğu esasları ihtiva eden din de, budur. Hangi şahıs veya millet, itikatta, ibadette ve hayat nizamında sadece Allah’a bağlanmayı kabul etmezse, işte “hak dini din edin

meyenler” vasfı onlara tetabük eder ve kıtal Âyetinin medlûbüne girerler... Hem de îslâmın aksiyoner nizamının tabiatine, müteaddit merhalelerine ve defalarca söylediğimiz gibi daima yenilenen vesilelerine riayet etmelerine rağmen...

“Müşrikler hoşlanmasalar da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğra yol ve hak dinle gönderen Allah’tır.”

Aynı zamanda bu âyet, Allah’ın daha önce geçen vadini de teyid etmektedir :

“Kâfirler istemese de Allah nûranu mutlaka tamamlayacaktır.”

Fakat daha ziyade bir tehdit şeklinde... Allah'ın, tamamlayacağını ifade buyurduğu İlâhî nûru, bütün dinlerden üstün olarak Hz. Muhammed vasıtasiyle gönderdiği hak dinin tâ kendisidir.

Daha önce de söylediğimiz gibi hak din, itikatta, ibadette ve hayat nizamında sadece Allah’a inkıyad etmektir. Daha önceki peygamberlerin getirmiş olduğu her semavî dinde, bu husus mevcuttur. Bugün yahudilerin ve hıristiyanların bağlı oldukları ve putperestlik esaslarıyla tahrif edilip bozulan inançlarını meydana getirdiği dinler, tabiatiyle bu sınıfa dahil değildirler.
Yüce Allah buyuruyor: O, bütün dinlere galip gelmesi için peygamberini hidayetle ve hak dinle göndermiştir.

Burada “din” kelimesini, daha önce açıkladığımız şekilde en geniş manasıyle anlamamız icabeder. Ancak böylelikle bu İlâhî vaadin  sahasını ve şümulünü idrak edebiliriz...

Hakikatte “din, itaat” etmektir... İtaat, ittiba ve dostluklaların baglanmış olduğu her nizam^ her mezhep ve her sistem”
bu kelimenin içine girer...

Yüce Allah hükmünü ilan ediyor ve gönderdiği Peygamberini,
bu umumî manasıyle bütün “dinlere” muzaffer kılacağını bildiriyor.
Bağlılık ve itaat, sadece Allah’a olacaktır... Sadece Allah’a itaat ve bağlılıkta kendini gösteren bir nizam elbetteki muzaffer olacaktır.

Bu husus, Resulullah devrinde, halifeler ve onlardan sonra gelenlerin devirlerinde bütün tarih boyunca defalarca gerçekleşmiştir.

/Hak din, daima en üstün ve en yücedir... Allah’a bağlılık ve itaate dayanmayan dinler ise, daima korku ve sarsıntı içindedir. Sonra hak din erbabı, bu keyfiyetten adım adım uzaklaştı. Gerek İslâm cemiyetinin terkibindeki dahili sebebler dolayısıyla ve gerek putperest ve Ehli Kitaptan olan düşmanların ilan ettikleri ve çeşitli şekillerde devam ettirdikleri asırlar boyu süren harpler sebebiyle, bu keyfiyetten tamamen elini çekti...

Fakat bu, herşeyin sonu demek değildir... Allah'ın vadi, her zaman geçerlidir. O, ilk noktadan başlayarak yüce sancağı omuzlayıp taşıyacak müminleri, bekliyor. Resulullah’ın adımlarının başladığı, hak dini omuzladığı ve Allah'ın nûrunu dalgalandırdığı noktadan başlayacak müminleri...

Daha sonra âyeti kerîmelerde, Ehli Kitabın, Allah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri nasıl haram tanımadıkları tasvir ediliyor. Ancak daha önce şu hakikate işaret ediyor :

“Onlar rahiplerini ve hahamlarını Allah’tan başka Rabler edindiler.”...

Resulullah bu âyeti, şu şekilde tefsir etmiştir :

“Onlar, insanlar için haramı helâl, helali de haram yaptılar ve insanlar da onlara tabii oldular.”

Öyleyse bu insanlar, Allah ve Resulu’nun haram kıldıkları şeyleri haram olarak kabul etmiyorlar da, alim ve rahiplerinin kendilerine haram etüği şeyleri haram sayıyorlar.

HAHAMLAR VE RAHİPLER

İlâhî kelâm, iman edenlere hitapla başladığı şu âyeti kerîmelerde biraz daha duruma açıklık verip Ehli Kitabın hakikatini gözler önüne seriyor :

34 — Ey iman edenler, hahamlar rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azâbı müjdele.

35 — Biriktirdikleri altın ve gümüş cehennem ateşinin kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Biriktirdiğinizi tadın” denecek.



İlk âyette alim ve rahiplerin fonksiyonları beyan ediliyor ve Ehli Kitabın, Allah’tan gayrî kimseleri Rab edindikleri, ibadet ve muamelat hususunda onların koyduğu kanunlara tabiî oldukları belirtiliyor. Bu alim ve rahipler, hem bizzat kendi kendilerini itaat edilmesi gerekli ilâhlar ilan ediyorlar ve hem de kavimleri, onlara bu hakkı vermekten imtina etmiyor.

Bu davranış ve su-i istimaller Ehli Kitap arasında halen de mevcuttur.

Bir mal veya mevkî elde etmek isteyenler için haramı helâl, helâli haram kılmak üzere verdikleri fetvalara mukabil aldıkları paralar... Günah çıkarmanın mukabili olarak papazların, kâhinlerin aldıkları paralar... Bütün çeşitleri ve bütün şubeleriyle faiz muamelelerinden alınan paralar ve diğer bir çok kaynaklar...

Keza hak dine karşı savaşmak için de insanların mallarını topluyorlardı. Rahipler, metropolitler, kardinaller ve papalar, haçlı savaşlarında yüzlerce milyon servet toplamışlardı... İnsanları Allah yolundan menetmek için müsteşriklik ve misyonerlik perdesi altında halâ toplamaya devam ediyorlar.

Bu hususta, Allah kelâmındaki Kur’anî inceliği ve İlâhî adâleti dikkate almamız gerekir.

“Hahamlar ve rahiplerin çoğu...

Böylelikle bu hatanın üzerinde durmayan azınlık hakkındaki hükümden sakınmış oluruz. Keza herhangi bir insan topluluğu içinde bazı fertlerde hayır kalıntılarının bulunması da gayet normal, hatta zaruridir... Şüphesiz Rabbin, hiç kimseye zulmetmez...

Ama alim ve rahiplerden bir çoğu, gerçekten bâtıl yollarla insanların mallarını yiyorlardı. Tarih şahittir ki, insanlar, büyük büyük servetleri kilise ve havralara götürüp din adamlarının ellerine teslim ediyorlardı. Bir zaman geldi ki, din adamları, derebeylerinden, devlet adamlarından, zalim ve azgın kırallardan çok daha fazla servete sahip oldular.

Kur’an-ı Kerîm, biriktirdikleri şeyler sebebiyle onların âhirette ki azaplarını, altın ve gümüş biriktirip de Allah yolunda harcamayan herkesin karşılaşacağı azâbı tasvir ediyor... Parlak, canlı ve hareketli bir tablo halinde:
“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenleıe can yakıcı bir azâbı müjdele...”

Manzaranın böyle ayrıntılı bir şekilde resmedilmesi, ilk adımlardan son adıma kadar devam eden amelî tablonun arzedilmesi, his ve hayalde manzarayı uzatmak içindir. Bu, kasıtlı bir uzatmadır :

“Altan ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı azabı müjdele.”

İlâhî kelâmın akışı duruyor. Azaba kısa bir işarette bulunmakla âyet bitiyor...

Sonra bu kısa işareti müteakip tafsilat başlıyor :

“Biriktirdikleri altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırıldığı
gün...”

Dinleyenler, yakma ameliyesini bekliyorlar!..

Sonra işte cehennem kızdırılıyor ve yakıyor... İşte herşey... Başlasın can yakıcı azâp... İşte dağlanan alınlar... Alınların dağlanması bitti ise, böğürleri dağlanmaya başlansın!.. İşte dağlanan bağırlar... Böğürleri dağlanması bitti ise sırtlar dağlansın!.. Ve işte dağlanan sırtlar... İşkence faslı, dağlama işi bitti ise, terzil ve tahkir faslı başlasın!..

“Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir.”

İşte tatmak için biriktirdiğiniz şeyin ta kendisi... Şimdi, o acı işkence vasıtaları başka bir şekle inkılâp etti:

“Biriktirdiğinizi tadın!”

Bizzat tadın onu! Alınlarınıza böğürlerinize ve sırtlarınıza temas sûretiyle tattığınız şey budur işte.

Bu korkunç bir manzara... Ürpertici bir tablo... Yeri geldikçe tafsilatla, teferruatı ile arzediliyor.

önce alim ve rahiplerden bir çoklarının varacakları yerler, sonra altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamıyanların akıbetleri tasvir ediliyor... Böylece âyetlerin akışı o günün en güç savaşına hazırlanıyor.

Ve... Burada kısa bir müddet durmamız gerekiyor. Böylece Ehli Kitabın üzerinde bulunduğu akidenin, dinin, ahlâkın ve gidişatın hakikatini gösteren bu Rabbani beyanın delâletini göstermeğe çalışalım.

Ehli Kitabın Allah'ın dinine bir nebzede olsa haklı oldukları şüphesinin tamamıyle izale edilmesi, açıkça puta tapındıklarını söyleyen ve gerek inançları, gerekse ibadetleri itibariyle doğrudan doğruya küfürlerini ilan edenlerin durumunu açıklamaktan çok daha önemli ve lüzumludur... Zira müslümanlar, cahiliyet erbabına ancak çehrelerini tamamen gördükten sonra cephe alabiliyorlardı. Müşriklerin çehresi açıkça meydandadır. -. Ama Ehli Kitabın durumu bu kadar açık değildir. (Onların bir noktada da olsa Allah'ın dini üzere olduklarını sananlar tıpkı günümüzde kendilerine “müslüman” adını veren büyük kalabalıklara benzerler...)

İşte müşrikleri karşılamak için yapılacak kâmil bir hareket, sûrenin ve ilk kısmın mukaddimesinde serdettiğimiz karışıklıklara nazaran, çok kere geniş bir açıklamaya muhtaçtı. Zira Allah, müminlere şöyle buyurmuştur :

Yeminlerini bozup peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavm ile barbetmez misiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminseniz bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’dır.

Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönülerini ferahlandırsın, kâlblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Alim dir, Hakimdir.

Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’dan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola erişmişlerden olmaları umulanlar bunlardır.

Ey iman edenler, babalarınızı, kardeşlerinizi eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse doğrusu kendine yazık etmiş olur. (75)
Müşriklerle mücahede etmek için yapılacak hareket, o devirde İslam cemiyetinin uzvî varlığında mevcut olan karışıklıklara nazaran, bütün bu hamleleri gerektiriyordu... Ehli Kitapla cihad etmek için yapılacak hareket ise, daha derin ve daha şiddetli hamlelere muhtaçtır. Ehli Kitabın, hiçbir aslı esası olmayan o şeklî “tabela” lardan soyulması ve gerçek hakikatleri ile meydana çıkarılması asıl gaye-
75. Tevbe: İJ. 14, 15, 18, 23.
dir... Müşrik olanlar, müşrikler gibi... Kâfir olanlar, kâfir gibi... Allah’a ve hak dine karşı savaşanlar, benzerleri olan müşrik ve kâfirler gibi... Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyen ve onları Allah yolundan alıkoyan sapıklar gibi... işte bu sarih ve kati âyetlerde, bu misalleri açıkça görürüz :

Kendilerine kitab verilenlerden olup da Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah ile peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle, tâ boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.



Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.

Müşrikler hoşlanmasalar da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’dır.

Ey iman edenler, hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azâbı müjdele. (76)

Buna ilâveten Ehli Kitabın, daha önce kendi peygamberleri tarafından getirilen Allah'ın dininden çıkmaları! Küfür ve şirke sapmaları gibi neticelere varan hakiki durumlarının, Mekkî ve Medenî Sûrelerdeki kesin âyetlerin beyanını zikretmek gerekir. Bilhassa son İlâhî risâlete karşı durumlarının... Küfür veya imanla vasfedilen hakiki durumlarının beyanı...
76. Tevb* : 29-34.



Ehli Kitabın, asla Allah’ın dini üzere olmadıklarını bildiren Allah kelâmı daha önce geçmiştir :

De ki: “Ey Ehli Kitap siz Tevrat’ı, Incil’i ve size Rabbiniz tarafından indirilen kitabı uygulamadıkça hiç bir şey üzere değilsiniz.”
(77)

Keza gerek yahudilerin ve gerek hıristiyanlarm veya “Ehli Kitap” vasfını taşıyan herkesin küfürle muttasıf olduklarını ve bu sıfatta müşriklerle ortak olduklarını bildiren âyetler de geçmiştir :

Gerçekten de “Allah, Meryem oğlu İsa ’dır” diyenler kâfir oldular. (78)

“Allah; üçün üçüncüsüdür” diyenler gerçekten kâfir oldular. (79)

Buna benzer daha bir çok âyetler vardır ki, bazılarına daha önce temas ettik. Kur’an-ı Kerîm’in bütün sûreleri, bu gibi hususların takriri ile doludur.

Kur’an hükümleri, Ehli Kitaba, müşriklerle olan münasebetlerden farklı bir takım imtiyazlar vermiştir. Meselâ; onların yemeğini yemek, müslümanlara helâl kılınmış, iffetli kadınlarıyla evlenmeye cevaz verilmiştir... Bu husus, hiçbir zaman onların, Allah’ın hak dini üzere bulunduklarını" ifade etmez~$üpKesiz her şeyin en iyisini Allah bilir, ama burada onların her ne kadar uygulamasalar da aslen bir dine ve bir kitaba sahip oldukları nazarı itibara alınmıştır. Onların, üzerinde bulunduklarını iddia ettikleri bu asla göre muhakeme edilmeleri de mümkündür!.. Onlar bu hususta, hiçbir kitaba sahip olmayan putpereset müşriklerden elbetteki farklıdırlar. Çünkü müşrikler, hiçbir asla dayanmadıkları gibi, muhakeme edilmeleri mümkün olan bir esasa da sahip değiller... Ehli Kitabın sahip olduğu din ve akidenin hakikatini belirten Kur’an ifadelerine gelince; o, sarahat ve kesinlikle belirtmektedir ki, Ehli Kitap asla Allah’ın dini üzere değildir.
Dinlerini ve kitaplarını terkederek Alim ve rahiplerınin konsil ve kiliselerinin uydurduklarına bağlanmalarından sonra İlâhî dine tamamen sırt çevirmişlerdir. Bu mevzuda Allah’ın kelâmı faslı hitap mahiyetini arzetmektedir.
77. Maidc : 68.

78. Maide: 72.

79. Maide : 73.


FİLİZLENEN İSLÂM GENÇLİĞİNİN TUTUMU

Şu anda önemli olan bu Rabbani beyanatın Ehli Kitabın bu gün üzerinde bulunduğu durum ile alâkalı yönünü açıklığa kavuşturmamızdır.

Gerçeği söylemek gerekirse hiç bir gerçeğe dayanmayan bu yanıltıcı tabela cahiliyete karşı koymak üzere harekete geçen İslâmî yayılma hareketinin önüne dikilen en büyük engelden birisidir. Şu halde bu aldatıcı tabelayı indirmek gerekir mutlaka. Onların aldatıcı durumlarını açıkça ortaya koyarak pratik durumlarını açıklamak bir zarurettir. .. Şu kadar var ki o günkü İslâm cemiyetinde mevcud olan karışıklıkları gözden uzak bulundurmamak gerekir. Nitekim biz bu karışıklıklardan bir kısmını daha önce açıklamıştık. Bu karışıklık gerek o günkü cemiyetin organik yapısıyla ilgili olsun, gerekse darlık ve sıcaklık esnasındaki savaşma şartlarıyla alâkalı olsun veya İslâm öncesi Araplarının ruhlarında yer eden Bizans korkusu ve onlarla karşılaşmaktan çekinmek haliyle ilgili olsun netice değişmez... Fakat müslümanların ruhunda bütün bunlardan çok daha derin ve köklü karışıklığa sebep olan husus bu aldatıcı tabelaydı... Ehli Kitab olma tabelası... Kitab ehli olan bir kitle ile savaşma hususu...

"® Bu dinin düşmanları... Bilhassa günümüzdeki yeni nesillerde gelişmeye başlayan İslâmi diriliş hareketini son derece korkunç şekilde gözetleyip duruyorlar. Hem de beşer ruhunun tabiatıyla birlikte İslâmî hareketin tarihini son derece titizlikle inceleyerek ve araştırarak gözetliyorlar. Ve bunun için de son derece bir dikkat ve itina ile  kendilerinin planlayıp hazırladıkları ve haddi zatında yeryüzünün neresinde olursa olsun filizlenen ve yeni yeni yeşeren İslâmî hareketleri yok etmeyi ve ezmeyi hedef alan gelenekleri, düşünceleri hareket ve akımları, sistem ve prensipleri değişik şekillerde takdim ederek İslâm armasını vurmakta ve üzerine İslâm tabelası asmaya çalışmaktadırlar. Bunu sırf o yalancı tabelaların ve armaların arkasına gizlenmiş olan cahiliyetin gerçek çehresini gizlemek ve müslümanların bu aldatıcı tabelaların peşinde koşarak hakiki cahiliyete karşı dikilmelerini engellemektir...

Ama bazı hareket ve sistemleri de aynı tarzda takdim edelim derken taktik hatası yaparak — bizzarure — gerçek çehrelerini açıkla-

maktadırlar. İslâma tamamen zıd düşen cahiliyetin yalancı çehresini açıklamak ve belirtmek zorunda kalmışlardır. Bunun en güzel örneği T ü r k i y e de oynanan oyundur. Sözde de kalmış olsa bile bir takım müesseselerin yıkılması Peygamber efendimizin şu hadisi şerifine tıpa tıp uymaktadır :

“Bu din ilik ilik sökülecektir. Sökülecek ilk ilik idare, son ilik ise namazdır.”...

Kendilerinin müslüman olduklarını ileri süren bir takım budalalar da bu sahte ve aldatıcı “tabela” lara kanmaktadırlar... Bu budalalardan bir kısmı da yeryüzünde İslâmın yayılması için çalışırlarken onun cahiliyetin karşısına dikilmesine ve hâkim olan düzenin karşısına çıkmasına cüret edemiyorlar... Hatta bu sistemleri oldukları şekliyle ortaya koyup açıkça şirk ve küfür sıfatıyla tavsif etmekten çekiniyorlar... Ayrıca geçerli düzenden memnun olan kalabalık halk yığınlarına da hâkim düzenin gerçek vasfını açıklamıyor ve bunu belirtmekten sakınıyorlar. Ve işte bütün bunlar müslümanların cahiliyetin karşısına tam ve mükemmel olarak dikilmelerine engel teşkil ediyor.
Böylece o sahte tabelalar yoluyla yeni doğmakta olan İslâm hareketi uyuşturulup, şuurlu olarak İslâmî anlamak ve yaşamak isteyenlerin önüne bir engel olarak dikiliyor ve bu da bu dinin arta kalan kısımlarını ve köklerini yok etmek isteyen yirminci asrın cahiliyetinin karşısına İslâmî bir hareketin çıkmasına engel oluyor.

Benim kanaatime göre — İslâm dâvasına bağlı bulunanlar arasındaki — bu budalalar şuurlu olarak İslâma düşman olan ve bunu açıkça ilan edenlerden filizlenmek üzere olan İslâm hareketi için çok daha tehlikelidir. Bu dinin düşmanları kendi isteklerine uygun olan geleneklerin, âdetlerin, düşüncelerin ve akımların üzerine bu sahte İslâm tabelasını asıyorlar. Bu da gerçek İslâm şuurunu yok etmek için kafi geliyor.

Şurası asla unutulmamalıdır ki, İslâm şuuruna sahib olarak gerçek İslâmî tatbik edip te — nerede ve ne zaman olursa olsun — cahiliyetin durumunu da gerçek manasıyla bildikten sonra İslâm her zaman cahiliyeti yener ve ona galib gelir. Ama bu din için asıl tehlike hazırlıklı, güçlü - kuvvetli ve şuurlu düşmanlarından_değil o nisbette şuursuz ve budala dostları bulunmasından ileri gelmektedir
Ahmak dostlar şecaat gösterilmeyecek yerde şecaat gösterirler dikkat edilecek yerlerde dikkat etmzler ve düşmanlar tarafından asılmış bulunan sahte tabelaların ardından koşarak bilmeden İslâma hiyanet ederler. İşte asıl tehlike bu akılsız dostlardan gelir......

Yeryüzünde bu din ve bu dâva için çalışanların üzerine düşen en mühim vazife cahiliyet erbabı tarafından asılmış bulunan bu sahte tabelaları indirmektir. Bu dini kökten yıkmayı hedef alan bu maskeleri yırtmaktır. Nerede ve ne zaman olursa olsun başlayacak İslâm haraketi ilk önce bu sahte tabelaları indirmeli, maskeleri yırtmalı ve cahiliyetin sahte çehresini açığa çıkarmalıdır. Cahiliyetin gerçek çehresi şirk ve küfürden ibarettir... Ve halka içinde bulundukları durumu olduğu gibi göstermek gerekir. Ancak böylece onların hakiki durumlarını öğrenmeleri veya İşlem hareketi tarafından öğretilmesi mümkün olur. Bu gün onların durumu da Ehli Kitabın içine düştüğü durumun aynısıdır. Ehli Kitabın içine düştüğü' 'durumu ise“ Hakim ve Habir olan Allah u Zülcelâl kesin olarak belirtmiştir. "Belki de bu uyanlar ile onlar da düştükleri durumu düzeltir, ikaz olur ve uyanırlar. Bunun üzerine Allah ta onları bağışlar ve duçar olacakları elim azâbtan kurtarır.

Şunu da iyice bilmek gerekir ki; yersiz her çıkış ve dış görünüşe, şekle aldanarak yapılacak her hareket ve atılım, bütün yeryüzünde ilk harekete geçecek İslâmî hareketin karşısına dikilecek en büyük engel ve tehlikedir. Ve bu dinin düşmanlarının yerleşmesinden ve kökleşmesinden başka hiç bir şeye yaramaz. Zaten düşmanlarımızın istediği de budur. Nitekim son derece kötü ve tehlikeli bir oyun olan bu tuzağı haçlı ruhuyle yetişmiş ve İslâma can düşmanı olan W. C. Smith “Yakın Tarihlerde İslâm” adlı eserinde ustaca hazırlamaktadır. Ve bir takım İslâm dışı haraketlerin üzerine İslâm yaftasını yapıştırmak isteyerek yapılan hareketlerin İslâma aykırı olmadığını iddia etmektedir...


36 — Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında Allah’a göre ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü hürmetli aydır. Bu dosdoğru bir nizamdır. Öyleyse o aylar içinde kendinize yazık etmeyin. Toplu olarak sizinle savaşan müşriklerle siz de toplu olarak savaşın. Allah’ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin.

37 — Hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri gitmektir. Kâfirler böylece sapıtıyorlar. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah o kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.


ENGELLERİN ORTADAN KALKMASI

Buradaki âyetler; Rumlara ve Rumların yardımcıları olup Yarımada’nın Kuzeyinde yaşayan hıristiyan araplara karşı yapılacak cihadın yoluna dikilen engellerin izalesi için serdedilmektedir. Bazıları bu savaşa — T e b ü k Savaşına — gitmek istememelerinin sebebini, onun haram aylardan Recep ayı içinde yapılmış olmasını ileri sürmekte idiler. Fakat arada bazı karışıklıkların olduğu da bir gerçekti ki o da, bu yıldaki Recep ayının, hakiki zamanının da olmadığı keyfiyeti idi. Zaten ikinci âyette zikredilen “haram aylara yerlerini değiştirip geciktirmeleri” yüzünden bu durum meydana gelmiştir. Bu senedeki Zilhicce ayının da keza onun hakiki zamanı olmadığı, ancak Zilkade ayının gerçek zamanı olduğu varit olmuştur. Sanki Recep, Cemaziyel Ahir ayının yerine geçmişti. Bütün bu dalgalanmaların sebebi; cahiliyet gelenekleridir. O aylara hürmeti, sadece şeklen kabul etmiş olmalarıdır. Cahiliyet anlayışında helâl ve haram emrinin beşerî otoritelere havale edilmesi sebebiyle, beşerden sadır olan fetva ve tevillere itibar etmeleridir.

Bu meselenin izahı şöyledir :

Yüce Allah, dört ayı haram kılmıştır. Bu aylar; ardarda gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı ile onlardan ayrı olarak gelen Recep ayıdır... Anlaşılmaktadır ki, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail devrindenberi malûm aylarda hac farz kılınmakla beraber, bu aylar haram kılınmıştır... Bir çok kimseler Hz. 1 b r a h i m ’in dinine, Islâmdan önceki cahiliyet devirlerinde inhiraf ettikleri bu dine sıkı sıkıya bağlı idiler. Onlar, hac mevsimine bağlamak için dahi olsa, hürmetli aylara ta’zim göstermişlerdir. Zira hicazlıların, hususiyle Mekke sakinlerinin hayatı hac mevsimine bağlı idi. Yarımada’da hac mevsimine müsamaha gösteren, oraya intikâli ve orada ticareti kolaylaştırıp imkânlar hazırlayan geniş bir selâmet ve emniyetin varlığına bağlı idi.

Sonra arap kabilelerinin bazı ihtiyaçları zuhur etti ve bu ihtiyaçlar, o ayların haram kılınmasıyla zıt düşmeye başladı... Bu durumda arzu ve hevesler harekete başladı ve hürmetli aylardan birini helâl kılmak, onu senenin başka bir ayına tehir etmek ve başka bir se-

nede de onu önceye almak hususunda fetva verenler türedi. Haram ayların sayısı yine de dörttü. Fakat bu ayların esas yerleri değiştiriliyordu: “Allah’ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için,

O’nun haram kıldığını helâl kılıyorlar.” İşte hicretin dokuzuncu senesinde de Cemaziyel Ahir ayı, Recebin; Zilkade ayı da Zilhiccenin yerini dolduruyordu. Savaş fiilen Cemaziyel Ahir ayında vuku bulmuş; fakat ayların yerlerini değiştirdiklerinden dolayı ismen Recep ayı diye biliniyordu!.. Bunun üzerine bu âyetler geldi ve her türlü değiştirme ameliyesini iptal etti. Onları değiştirmek hakkını; helâl ve haramı ve bütün teşriî esasları tayin eden Allah’ın dinine tahsis etti. Allah’ın izni olmadan herhangi bir insanın bu mesele üzerinde çalışmasını küfürle damgaladı... Hatta küfürde ileri gitmekle... Böylece Recep ayının helâl kabul edilmesi hakkında bazı ruhlara tesir eden unsurları izale etti... Aynı zamanda başlıca inanç esaslarından birini de göstermiş oldu: Helâl ve haramı tayin hakkının sadece Allah’a tahsis edilmesi esasını... Ve bu hakikati Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün bütün kâinat binasındaki kökü hakka bağladı Allah’ın insanlar için koyduğu kanun, içinde insanların da bulunduğu bütün kâinat için koyduğu kanunun ancak bir cüzüdür. O kanundan yüz çevirmek, bu kâinat varlığının aslına ve O’nun binasına muhalefet etmektir. Bu ise küfürde ileri gitmektir... Kâfirler böylece sapıtıyorlar... (80)
Bu âyetlerin ifade ettiği başka bir hakikat de; geçen bölümde doğrudan doğruya ifade edilen hususlara taalluk etmektedir. Bu hakikat; Ehli Kitabın müşrik olarak kabul edilmesi, düşmanlık ve cihad hususunda onların~dâ müşrikler sınıfına idhal edilmesidir. Onlarla savaşmak emri, umumî olarak verilmiştir... Hem müşriklere, hem de Ehli Kitaba racidir bu emir... Zaten onlar da müslümanlara karşı topyekün savaşıyorlar. Allah kelâmının daha önce belirttiği gibi bütün tarihî vakıalar da göstermektedir ki; Ehli Kitap ve müşrikler, İslâmî ve müslümanları daima müşterek bir hedef olarak görmüşler ve beraberce hareket etmişlerdir. İslâma ve müslümanlara  karşı bir harp vuku bulduğunda daima aynı safta toplanmışlardır. Daha önce aralarında ne kadar büyük bir düşmanlık, ihtilaf ve zıddiyet j



80. Bkz. «Yoldaki İşaretler.»
bulunursa bulunsun, hatta inanç meselesinde tamamen ayn esaslara sahip olsalar dahi, lslâma karşı daima müşterek bir esasta birleşirler. Bunların hiçbiri, onların topluca İslâmî hareketin karşısına dikilmelerine ve İslâmın varlığına son vermek için beraberce çalışmalarına mani teşkil etmez.

Hususiyle bu son hakikat göstermektedir ki, kitap ehlî de aynen putperestler gibi müşriktirler. Keza müşrikler de onlar gibi müslümanlara karşı topluca savaşırlar, öyleyse onların hepsine karşı topluca savaşmak da müslümanların vazifesidir. Haram ayları değiştirmekte, küfürde ileri gitmektir. Çünkü bu ameliye, Allah’ın indirdiği hükümleri değiştirmektir. Bu ise, küfür üstüne küfür ve küfürde ileri gitmektir... Bu iki hakikat serdedilen iki âyeti daha önce ve daha sonra gelen âyetlere bağlamaktadır. Müşriklere ve Ehli Kitaba karşı yapılacak İslâmî bir hareketin ve umumî bir cihadın önüne dikilen engelleri izale eden âyetlerle kaynaştırmaktadır.

DEĞİŞMEYEN İLÂHİ DEVİR

36 — Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aydır. Bu dosdoğru bir nizamdır.

Bu âyet, zaman ölçüsünü göstermekte ve Allah’ın yarattığı kâinatın tabiatine göre zamanın deveranını sınırlandırmaktadır... Yer ve göğün yaratılmasına göre... Kâinatta 12 aya bölünen sabit bir zaman devrinin bulunduğuna işaret etmektedir. Ayların sayısının ispatı ile zaman deveranının ispatına delil getirmektedir. Zamanın deveranında ne artırma ve ne de eksiltme olamaz. Bu husus, Allah’ın Kitabında tespit edilmiştir; yani bütün kâinat nizamının dayandığını İlâhî kanunda... Kâinat nizamı üzere sabittir; artırmak ve eksiltmek için bir muhalefet ve muareze olamaz. Çünkü o, sabit bir kanuna göre tamamlanmıştır... O, Allah’ın yeri ve göğü yarattığı gün yazdığı kavnî bir kanundur...

Kanunun sabit olduğu hususundaki bu kısa işareti, hürmetli ayların tahrim ve tahdidi takip ediyor ve deniyor ki' bu tahdid ve tahrim, Allah'ın sabit kanunlarının bir parçasıdır. Arzu ve heveslere uyarak onu tahrif etmek, takdim veya tehir etmek caiz değil-
dir. Çünkü o, asla değiştirilemeyen bir kanuna uygun olarak sabit bir takdirle tamamlanan zamanın deveranına benzemektedir :

“Bu, dosdoğru bir nizamdır.”

Bu din, o köklü kanuna yani Allah’ın yeri ve göğü yarattığından beri, yerin ve göğün yaratılması kendisine bağlı olan kanuna mutabıktır.

İşte bu kısa âyetler, hayretengiz manalarla dolu uzun silsileleri tazammun etmektedir. Birbirine bağlı, birbirini hazırlayan ve birbirini destekleyen ifadeler... Keza İlâhi kelâm; modern ilmin kendi metodu gayreti ve tecrübesi ile çok zorlukla ulaşabileceği kevnî hakikatleri de ihtiva etmektedir. Kâinatın yaradılışındaki fıtrat kanunları ile bu dinin usul ve farizalarını birbirine bağlamaktadır. Böylece fikir ve vicdanlarda kökleri derin, usulleri ezelî ve temelleri sabit esaslar yerleştirmektedir... Bütün bunlar, zahirde basit ve alışılmış 21 harfle belirtilmektedir :

“Bu, dosdoğru bir nizamdır, öyleyse o aylar içinde kendinize yazık etmeyin.”

Evet; haram kılınması, arz ve semanın dayandığı kevnî kanıma bağlı olan hürmetli aylarda kendinize yazık etmeyin. Bu, kâinat için teşrif hükümleri vazeden Yüce Allah'ın, insanlar için de teşriî esaslar vazetmesi kanunudur!.. Bir selâmet sahası ve bir emniyet zamanı meydana getirmek için Allah’ın irade ettiği hürmetli ayların tahrimini helâl kılarak kendinize yazık etmeyin; Allah’ın iradesine aykırı hareket etmiş olursunuz!.. Bu muhalefet yüzünden, kendinizi âhirette Allah’ın azabına ve yeryüzünde anarşi ve korkuya arzetmekle kendinize zulmetmiş olursunuz!... Bunların hepsi, asla sulh ve selâmet bulunmayan cehennemi bir harbe yol açar...

“Toplu olarak sizinle savaşan müşriklerle, siz de toplu olarak savaşın!.”

Ama müşrikler savaşa başlamadıkça hürmetli aylarda savaşmayın. Onlar savaşa başlarsa, düşmanlık ve tecavüzü reddetmek için bu aylarda savaşabilirsiniz. Çünkü bir yönden savaştan elini çekmek, haramların muhafazası kendisine bağlı olan hayırlı kuvvetleri zayıflatır, mütecaviz ve alçak kuvvetleri harekete getirir ve yeryüzünde fesat yayılır gider... Kanunlarda anarşi başgösterir. Bu durumda tecavüzü reddetmek, hürmetli ayların muhafazasına vesiledir. Artık ona tecavüz edilemez. Hor ve hakir kılınamaz:

“Toplu olarak sizinle savaşan müşriklerle siz de toplu olarak savaşın!”

Toptan savaşın onlarla!.. Bu hükümde bir ferdi ve bir gurubu müstesna tutmayın. Çünkü onlar, sizinle toptan savaşıyorlar ve hiçbirinizi müstesna tutmuyorlar, hiçbir gurubunuzun peşini bırakmıyorlar. Hakiki savaş; şirkle tevhidin, küfürle imanın, hidayetle dalâletin savaşıdır!.. Aralarında hiçbir zaman sulh ve selâmet tesisine imkân olmıyan kezâ bir ittifak ihtimali bulunmayan nevi şahsına mahsus ve sıfatlara sahip orduların savaşıdır!.. Onların aralarındaki ihtilaf, arızî ve cüzî değildir. Bu hal uyuşturulması mümkün maslahatların ve parsellenmesi imkân dahilinde olan sınırların ihtilafından ibaret değildir. İslâm ümmeti, kendisiyle müşrikler — Putperestler ve Ehli Kitap — arasındaki savaşın hakikatinin; iktisadi, milli, vatanî ve stratejik mücadeleden ibaret olduğu zehabına kapılacak olursa, çok aldanır... Hayır!., bu, her şeyden önce bir akide savaşıdır!.. Bu, akideden doğan bir nizam savaşıdır!.. Yani din savaşıdır!.. (81) İsteksiz bir gayret, akideye fayda vermez... Eğitim ve ittifaklar, onu tedavi etmez. Cihad ve mücadeleden başka ilâcı yoktur onun... Şumûllü bir cihad ve ihatalı bir mücadele... Allah’ın değişmeyen kanunudur bu!. Yerin ve göğün akide ve dinlerin, vicdan ve kalplerin istinadgâhı olan kanunu... Allah'ın, yeri ve göğü yarattığı gün, kitabına hakkettiği kanunu.

“Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin.”

\ Zafer, sakınanlara müyesserdir. Allah’ın haramlarına saygısızlık göstermekten, O’nun haram kıldıklarını helâl kılmaktan ve İlâhî kanunlarını tahrif etmekten sakınanlara... Müslümalar, bütün müşriklerle cihad etmekten asla geri durmasınlar. Şümullü bir cihaddan katiyen korkmasınlar. Cihad; Allah yolunda yapılan savaştır. Müslümanlar bu cihadda, Allah'ın huzurunda dururlar... Bu cihadla, Allah’a yönelir, gizli ve açık O’na yönelirler... İşte ancak onlar,

81. Bkz. «Yoldaki işaretler.»

muzaffer olurlar... Çünkü Allah, onlarla beraberdir. Allah, kiminle beraber olursa, hiç şüphesiz o muzafferdir... (82)

37 — Hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde gerçekten ileri gitmektir. Kâfirler böylece sapıtıyorlar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah o kâfirler güruhunu hidayete erdirmez.

Mücahid der ki: Kinane oğullarından bir adam, her sene hac mevsiminde bir merkep üzerinde gelir ve şöyle derdi :

— Ey insanlar: ben kusur işlemiş sayılmam ve ziyan da etmem. Söyleyeceğim söz de reddedilemez. Şüphesiz biz, Muharrem ayını haram kılmış ve Safer ayını tehir etmişiz... Sonra müteakip yıl da gelir ve buna benzer şeyler söylerdi: — Şüphesiz biz, Safer ayını haram kılmış ve Muharrem ayını tehir etmişiz. İşte Allah’ın kelâmı :

“Allah’ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için..'” Yani dört aya tamamlamak için... Bu haram ayı tehir ederek, Allah'ın haram kıldığını helâl kılıyorlardı.

Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eşlem şöyle der :

Kinane oğullarından olan bu adamın adı, K a 1 m e s ’tir. Kendisi cahiliyette bulunuyordu. Cahiliyet devrinde,-insanlar haram aylarda birbirlerini ayıplamazlardı. Hatta bir adam, babasının kâtili ile karşılaşır da ona elini uzatmazdı. Adam; bizi çıkarın! diyecek olsa, kendisine, bu ayın Muharrem ayı olduğunu hatırlatırlardı. O zaman şöyle derdi: Bu sene onu değiştirelim. Gelecek sene Safer ve Muharrem aylarının beraberce tahrimine hükmederiz... Abdurrahman der ki: Bu işi yapar müteakip sene gelince de Safer ayında kan dökmeyiniz derdi. Böylece Muharremle beraber, onu da haram kılarlardı...

İşte âyet hakkında iki rivâyet ve değiştirmenin iki ayrı şekli... İlk rivâyette Muharremin yerine Safer ayı haram kılmıyordu. Haram kılınan ayların sayısı yine dörde iblağ ediliyordu. Fakat Allah'ın
82. Biz. «Yoldaki işaretler.»
emir buyurduğu tarzda değil, Muharrem ayının helâl kılınması şeklinde. .. İkinci rivayette ise, Haram ayların sayısı bir sene üç aya indirilir, öbür senede beş aya çıkarılırdı. Her iki yıldaki haram ayların toplamı sekiz ay ediyordu. Ortalama her seneye yine dört ay düşüyordu. Fakat birinde Muharremin haramlığı ortadan kalkıyordu. Diğerinde ise Safer ayının helâlliği kayboluyordu.

İşte bu; Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kılmak ve Allah’ın şeriatine muhalefet etmek gibidir.

“Küfürde gerçekten ileri gitmektir.”

Teşriî esasları, itikadı inkâr tarafına meylettirmeye çalışmak da küfürdür.

“Kâfirler böylece sapıtıyorlar.”

Yaptıkları tahrife, tevile ve oyuna aldanıyorlar :

“Kötü işleri kendilerine güzel göründü.”

Onlar kötüyü güzel, sapıklığın çirkinliğini hoş görüyorlar ve bu yaptıkları sebebiyle dalâlete, küfür dalgalarına kapıldıklarını idrak edemiyorlar.

“Allah, o kâfirler güruhunu hidayete erdirmez.” Onlar; kâlplerini hidayetten ve hidayet delillerini de kâlplerinden gizliyorlar. Böylece onlar, içinde bulundukları zulmet ve dalâlet gayyasında terkedilmeye müstahak oluyorlar...

38 — Ey iman edenler size ne oldu ki; “Allah yolunda savaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının faideleri âhirete nisbetle pek cüzidir.

39 — Gazaya çıkmazsanız Allah sizi acıklı azaba uğratır. Yerinize sizden başka bir kavmi getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir.

40 — Peygambere yardım etmezseniz, bilin ki kâfirler O’nu 
M e k k e ’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına: “Üzülme Allah bizimledir”diyordu. Allah O’na güven vermiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah’ın sözü yücedir. Allah Aziz ’dir, Hakim ’dir.

41 — İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır...

Bu kısım, müreccah olan kavle göre, Tebûk gazvesi için gelen umumi savaş emrinden sonra nazil olmuştur. O günlerde müslümanlar için Yarımadanın etrafında Bizinslılar tarafından bir ordu toplandığı, ordunun bir yıllık erzakı imparator Hiraklius tarafından temin edildiği üstelik Arap kabilelerinden Tahm, Cüzam, Amile ve Gassanlıların da onlara iltihak ettiği haberi Resulullah’a ulaştı. Ordunun öncüleri Şam taraflarındaki B e 1 k a bölgesine kadar gelmişti. Bazı kimseler Bizanslılarla savaşmayı istemiyorlardı, Resulullah bazân harbe çıkardı da sanki başka bir harbe gidiyormuş gibi hakiki hedefi gizlerdi. Ancak Tebûk gazvesini gizlememiştir.

"'''Zamanın çok sıcak olması ve ağır meşakkatlerin varlığından dolayı bu savaşı açık açık söyledi. Çünkü havalar, bütün şiddetiyle sıcaklığını sürdürüyordu. Gölgeler temizlenmiş, meyveler olgunlaşmış, herkes sıcaktan kendisini eve atmıştı. Aynca o günlerde İslâm cemiyetinde, sûrenin mukaddimesinde bahsettiğimiz çeşitli arazlar zuhur etmişti. Münafıklar da, müslümanlardan ayrılmak için fırsat bulmuşlardı. Halka “sıcakta savaşa çıkmayınız!.-” diyorlardı. Karşılaşacakları zorlu meşakkatlerle ve Rumların saldırganlıklarıyla korkutuyorlardı. İşte bu çeşitli amiller, savaşa çıkmak hususunda bazı kimselerin ağır hareket etmelerine sebep oluyordu. Bu âyetlerin tedavi etmek istediği hastalık da, işte budur...

YERE MIHLANIP KALANLAR

' 38 — Ey iman edenler size ne oldu ki; “Allah yolunda savaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının faideleri âhirete nisbetle pek cüzidir.

39 — Gazaya çıkmazsanız Allah sizi acıklı azâba uğratır. Yerinize sizden başka bir kavmi getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kâdirdir.

40 —Peygambere yardım etmemeniz, bilin ki, kâfirler O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri .olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına: "Üzülme, Allah bizimledir” diyordu. Allah da O’na güven vermiş, görmediğiniz askerlerle O’nu destelemiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah’ın sözü yücedir. Allah Azizdir, Haklm’dir.

41 — İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilseniz, bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır.

Geride kalanları azarlayan, Allah yolunda cihadda tembellik gösterenleri tehdid eden hitap, böyle başlıyor. Allah’ın, daha önce yanında kimse olmadığı halde Resulu muzaffer kıldığı, onlar olmasa da tekrar bu zaferi gerçekleştirmek kudretine sahip olduğu müminlere hatırlatılıyor. Sadece savaştan geri kalma günahının kendilerine kâr kalacağı ima ediliyor.

Ey iman edenler; size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çılan” dendiği zaman yere çöküp kaldınız?

Yere mıhlanıp kalmak... Yer duygularına mıhlanmak... Yer düşüncelerine mıhlanmak... Yere mıhlanıp ağırlaşmak... Hayat korkusunun ağırlığı... Mal korkusunun ağırlığı... Dünya metanını, dünya işlerinin, dünya zevklerinin ağırlığı... Rahâvet, sükûnet ve başı-boşluluğun ağırlığı.. Fâni varlığın, mahdut ecelin, yakın hedefin ağırlığı... Kanın, etin ve toprağın ağırlığı... Bütün bunlar, “

Mıhlanıp ağırlaştınız lâfzının musikâl söylenişinin gölgesinde gizli... “lssâkaltüm” kelimesi musikal ses tonu bakımından; uyuşuk ve ağır bir cismin düşüşünü ifade ediyor... Uyuşuk ve ağır bir şeyi zorla yukarıya kaldırıyorlar, oradan bütün ağırlığıyla yere düşüyor, Kelimenin telâffuzunda yere düşüp, mıhlanışın ifadesi var. Bu kelimede, ruhların yücelere çıkışını, şevklerin fezalara yükselişini istemeyip, ’alçaklara doğru hızlıca bir düşüşün, cazibeli bir inişin edâsı var...

—- Allah yolunda cihad; yerin sınırlarından yücelere havalanıp, et ve kan pıhtısının ağırlığından kurtulup, ulvi ve derin manaya erişi, uzayan sonsuza çıkış, sınırlı yokluktan kurtuluştur...

"Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının faydası âhirete nisbetle pek cüzidir.”...
Kim Allah yolunda cihaddan kaçarsa mutlaka imanında zayıflık vardır... Bu yüzden efendimiz buyuruyorlar: “Kim gâzâ etmeden, kendisini gâzâ ya hazırlamadan ölürse nifaktan bir şube içinde ölür.” Nifak, fakirlik veya ölüm korkusundan dolayı inandığı halde Allah yolunda dhad etmemektir. Bu ise imana dışardan giren, O’nun kemâlini zedeleyen en büyük tehlikedir. Eceller Allah’ın elindedir. Rızkta O’nun yanındadır. Dünya metaı ise âhirete göre çok küçüktür.

Gazaya çıkmazsanız Allah sizi acıklı azâba uğratır. Yerinize sizden başka bir kavmi getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kâdirdir.

Âyet, muayyen bir zamanda gelen muayyen bir kavme hitabediyor. Ancak şümulü bakımından her devre mahsustur. Burada tehdit edilen azâp, yalnız âhiret azâbı değil ayni zamanda dünya azâbıdır da... Cihaddan geri kalanlar için zillet azâbı... Onlar bu şekilde, (cihada girmezlerse) cihadda kaybedeceklerinden daha çok şey kaybederler... Eğer fedaice cihada girmiş olsalardı daha çok izzet elde edebilirler, yücelirlerdi. Ama şimdi ise paylarına zillet düşmektedir. Cihadı bırakan milletleri Allah zelil eder.

“Yerinize sizden başka bir kavmi getirir.”

Onlar, akide üzerine yaşarlar... İzzet ve şerefin karşılığını verirler... Allah’ın düşmanlarına üstün gelirler...

“Ona bir şey de yapamazsınız.”

Sizin için bir ölçü konmaz. Hesapta takdim ve tehir de edilmezsiniz.

“Allah, her şeye kâdirdir.”

Sizi yok etmek, yerinize başka bir kavmi getirmek, takdir ve hesaptan sizi gafil bırakmak hususunda hiç kimse Allah’ı aciz bırakamaz!.. Arz ağırlığının ve nefs zaafının üstüne çıkmak yüce insani varlığın ispatıdır. O, hayatin en ulvi manasıyla devamıdır. Arza yapışıp kalmak ve korkuya teslim olmak ise, yüce insani varlığın ölümüdür. O; Allah’ın nizamında ve insanı temyiz edip ayıran ruhun terazisinde yokluğun ve mahrumiyetin ifadesidir.

Yüce Allah onlara, bildikleri bir çok tarihi vakıaları misal olarak hatırlatıyor ve hiç bir yardımcısı ve dostu olmadığı halde Resulunu muzaffer kıldığını beyan ediyor... Allah’tan gelen zaferin, Allah'ın dilediğine verdiğini açıklıyor :


“YARI ĞAR”

Peygambere yardım etmezseniz, bilin ki, kâfirler onu M e k k e ’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimledir” diyordu. Allah da O’na güven vermiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah Aziz ’dir, Hakim ’dir.  

Kureyş kuvvet zoruyla Hz. Muhammed’i sıkıştırıyor ve  devam edip giden şiddetli zulümlerle hak kelimesini zorluyordu. Ama Hakkı defetmeğe gücü yetmediği gibi, tahammül de edemiyordu. Aralarında gizlice toplanarak Hz. Muhammed’den kurtulmanın yollarını aradılar. Yüce Allah, onların gizli toplantılarını Resulüne bildirdi ve Mekke ’den çıkmasını vahyetti. Hz. Muhammed, yanına arkadaşı S ı d d i k ’ı alarak Mekke ’den çıktı. Ne ordusu, ne silâhı, ne de hazırlığı vardı... Fakat düşmanları çok kalabalıktı. Kuvvetleri de çok üstündü. İlâhi kelâm, Resulullah’ın ve arkadaşının arzettiği manzarayı ne güzel resmediyor :

“Mağarada bulunan iki kişi...”

Kureyş, onları arkalarından takip ediyor. S ı d d î k , kendisi için değil ama, arkadaşının hayatı için büyük bir endişeye kapılıyor. Kendilerini teşhis edip sevgili arkadaşına zarar verebilecekleri endişesi yiyip bitiriyor S ı d d î k ’ı... O’na şöyle diyor: “Şayet onlardan biri ayaklarına bakacak olursa, ayaklarının altıanda bizi görecek...” Allah ise Resulunun kalbine güven vermiş, korkusunun huzur ve sükûnete, kalbini itminana kavuşturmuştu. O şöyle diyordu :

“Ya Ebu Bekir! Üçün cüleri Allah olan iki kişiyi, sen ne > zannediyorsun?”

Peki sonra, âkıbet ne oldu? Resulullah ve arkadaşı her türlü kuvvet unsurundan tecrid edildiği ve bütün maddi kuvvetler karşı tarafta toplandığı halde netice ne oldu? Zafer, insanların görmediği Allah’tan gelen ordularla sarmaş dolaş olmuştu. Küfredenlerin payına, yine hezimet, zillet ve alçaklık düşmüştü:
“Kâfirlerin sözünü alçal tmıştı...”

Allah’ın sözü; muzaffer, kuvvetli ve müessir şahsiyetiyle yine en yüce makâmı işgal ediyordu :

“Ancak Allah’ın sözü yücedir.”

Buradaki “ ¿'ÂJS ” ibaresi, bir kıraatte mensup olarak okunmuştur. Fakat merfu kıraati, manayı daha çok kuvvetlendirir. Çünkü o, ibareye bir takrir manası verir. Allah'ın sözü tabiatiyle yücedir. Hem de muayyen bir hadiseye taalluk eden bir değişmeye uğramadan... Allah “Aziz” dir; dostlarını zillete mahkûm etmez... “Hakim” dir; lâyık olanlara zamanı gelince zaferi takdir eder.

Bu; Allah'ın, Resulunu ve kendi sözünü muzaffer kıldığının bir misalidir. Allah; ağır davranmayan ve yavaş hareket etmeyen başka bir milletin eliyle de aynı zaferi gerçekleştirmeye kâdirdir... Allah’ın sözünden sonra herhangi bir delile ihtiyaç duyanlar olursa, bu hadise ona da örnek olur.

• İşte ilâh! kelâm, bu müessir örneğin gölgesi altında müslüman-lan topyekün savaşa davet ediyor. Hiçbir engel onları alakoyamama-lı... Hiçbir zuhurat, onları evlerinde oturtup bırakamamali... Şayet onlar, dünya ve âhirette kendileri için hayır istiyorlarsa.

“İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilseniz, bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır.”

Her halükârda savaşa çıkın!.. Canla ve malla cihad edin! Bir sürü mazeret ve deliller uydurmayın!.. Engellere ve sebeplere boyun eğmeyin!..

“Bilseniz, bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır.”

Samimi müminler bu hayrı idrak ettiler ve savaşa çıktılar. Şayet mazeretlere sarılmak isteseler, birçok mazeretler bulurlardı. Ama önlerine çeşitli engeller konulduğu halde severek cihad ettiler. Bunun üzerine Allah, onlara, yeryüzünü ve insanların kfilplerini açtı. Allah'ın sözünü onlarla ve onları da Allah’ın sözü ile aziz kıldı... Ve fütuhat tarihinde görülen mûcizevî olayları, onlann diniyle gerçekleştirdi.

Ebu T a 1 h a , Ber&e Sûresini okurken (n) bu Ayete gelince şöyle inledi:

“Ey RabbimizL Gençler ve ihtiyarlar, hep beraber savaşa çıkacağız. Ey oğullarım, beni teçhiz edin!”

Oğullan dediler ki :

“Allah sana merhamet etsin... Sen, vefatına kadar Resulullahla beraber savaştın. Sonra vefatına kadar Hz. Ebu Bekir’le sonra vefatına kadar Hz. Ömer'le beraber harbettin. Bırak bugün de senin yerine biz savaşalım.”

Ebu Talha bu isteği reddetti. Yapılacak deniz seferi için gemiye bindi. Ama gemide ruhunu teslim etti. Tam 9 gün defnedecek bir adacık bulamadılar, O'nun için... Ve bu 9 gün zarfında Ebu Talha W cesedi bozulmadı. Nihayet 9 gün sonra O’nu bir adaya defnedebildiler.

îbni Cerir, Ebu Raşid el-Haranl’nin şöyle dediğini rivftyet eder :

“Resulullah’ın süvarisi Mikdad Îbni Esved, sarraf sandıklarından birinin üzerinde otururken karşılaştım, kemikleri harekete gelerek savaşmak arzusunu izhar etti. Ona dedim İti; “Allah seni mazur kılmıştır” Dedi İti “Bize Buûs Sûresi geldi.”

“İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çılan!..”

Îbni Cerir, yine kendi isnadıyla, Hayyan Îbni Z e y d Eşşâr’abt’nin şöyle dediğini rivâyet eder :

Biz, Safvan îbni Amr ile savaşa çıktık. O, Efsus’dan önce Ceraceauı devrine kadar Humus valisi idi. Orada ihtiyar bir adam gördüm. O kaşları, gözlerinin üzerine düşmüştü. Dımaşk aha!¿sindendi ve hayvanına binerek yardım için gelmişti. Ona doğru gittim ve dedim ki: “Amcacığım, Allah seni bundan mazur kılmıştır.” bunun üzerine kaşlarım kaldın^ şöyle dedi: “Ey kardeşimin oğlu; Allah isteyen ve istemeyen hepindim savaşa çıkma««« istedi Gözünü aç; Allah, sevdiği kulunu belâlara duçar eder. Seara_guu»de ■der ve bırakır. Allah ancak sabreden, ıjkvodffl, şükreden ve sadece Allah’a ihadet edoM kuhmn belâlara düçar der.”

İşte İslimin yeryüzüne yayılması; kullan- kullara kulluktan kur

S). Berae «SlMİ kakkıada (eşitli afetler varittir: Meactt. mflnafıklann sizli niyetlerini

. açıklayıp «alan ıtd etti|i içia «El Fadihu da dcoir.
tanp sadece Allah’a kulluğa ulaştırması ve hürriyet fütuhatında o mûcizeleri yaratması, ancak Allah kelâmının böyle bir ciddiyetle ele ahnması sayesinde olmuştur.













Çünkü müslüman bir devlet, müslüman bir devlet reisi ve Allah yolunda cihad edecek müslüman bir millet yok yeryüzünde. Bunlar mevcut değil ki, lslâmın ganimetler hakkındaki hükmüne ihtiyaç duyulsun!..

Zaman tabii seyrine devam etmiş ve beşeriyet bugün, lslâmın
doğduğu günlerdeki haline avdet ederek tekrar eski cahiliyet devirlerine dönmüştür. Beşerî kanunlarla insanların hayatına hükmeden yeni ortaklar icat etmişler Allah’a!.. Bu din, tekrar insanları İslâma çağırmak için davete yeniden başladı. İnsanları (şahadete) Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammedin O’nun Resulu olduğuna çağırmak için... Üluhiyeti, hakimiyet ve saltanatı sadece Allah’a tahsis etmek için... Bu hususta sadece Resulullah'ı örnek almak için. İslamın kumandası altında toplanmak için -- Beşer hayatında bu dini tekrar ihya etmek için... Her türlü dostluğu bu topluluğa ve İslâmın önderliğine tahsis etmek için... Çünkü bu dostluk, diğer bütün cahiliyet cemiyetlerinden ve onların kumandasından ayırır insanı...

İşte bugün bu dinin karşılaşmış olduğu en mühim problem budur. Bundan daha mühim mesele olamaz... Böyle bir durumda ganimetler meselesiyle uğraşmak yersizdir. Cihat yok ki, ganimet olsun!... Hatta ne dahilî, ne de haricî münasebetlerde muntazam tek bir müessese, tek bir mesele yok!...

Bunun sebebi çok basittir :

, Müstakil varlığa sahip bir İslâm cemiyeti yok ki; hem bunları düzeltsin, hem de İslâm cemiyeti ile diğer cemiyetler arasındaki münasebetleri tanzim edecek hükümlere ihtiyaç duysun!!!.

İslâmın takibettiği metod pratik bir metoddur. Binaenaleyh, fiilen mevcud olmayan proplemlerle meşgul olmaz. Dolayısıyla da pratikle ilgisi olmayan, ortada bulunmayan meselelere müteallik hükümlerin hiç birisiyle uğraşmaz... Çünkü İslâmın takib ettiği metod; ciddiyeti ve realizmi bakımından lüzumsuz hükümlerle iştigal etmez Bu dinin metodu katiyyen bu değildir.

Bu metod; boş vakitlerini boş ve lüzumsuz şeylerle geçirenlerin takib ettiği bir hareket tarzıdır. Realiteler dünyasında karşılığı bulunmayan ahkâm ve teorilerle ancak bu boş ve lüzumsuz kimseler uğraşır. Bunlar vakitlerini bu dinin bizzat kendi realizminde mevcud olan pratik hareket metoduna uygun olarak müslüman bir toplumun inşası için harcayacaklarına böyle şeylere sarf ederler... Allah'ın Resulü olduğuna insanları davet etmek ve bu dine yeni topluluklar kazandırmak için harcayacakları yerde gereksiz münakaşalarla vakitlerini öldürürler...




Şüphesiz hak, kendiliğinden gerçekleşmez... Bâtıl da kendiliğinden yok olmaz. Hak ve bâtılın sadece “nazarî” açıklamalarıyla yapılamaz bu işler... Keza şu haktır, bu da bâtıldır gibi “nazarî” inançlarla da bu işi gerçekleştirmek mümkün değildir. Hiçbir zaman hakkın insan hayatında, realite dünyasında kendiliğinden gerçekleşmesi beklenemiyeceği gibi, bâtılın da kendiliğinden dünyadan gidivereceği düşünülemez. Bâtılın saltanatı yıkılıp, yerine hakkın saltanatı oturtulmadıkça olmaz bu iş kendiliğinden... Hakkın ordusu zafer ve galibiyete ulaşıp bâtılın ordusu hezimete uğratılmadıkça bu işlerin hiçbiri gerçekleşemez. Çünkü bu din, realist ve dinamik bir nizamdır. Sadece menfi bir inançtan veya bilgi ve münakaşa için lüzumlu “na-zariyeler" yığınından ibaret değildir!..

Hakkın tahakkuku, bâtılın yıkılması ancak orada (Bedir'de) gerçekleşti. Bu fiilî zafer; Yüce Mevlâ’nın, savaşın ötesindeki, Resulullah’ı hak ile evinden çıkarmanın ve müslümanların silahı bulunmayan Ebu Süfyan’ın kervanını kaybederek silahlı bir ordu ile karşılaşmalarının ötesindeki iradesini beyan ederken işaret buyurmuş olduğu hak ile bâtılın gerçekten birbirinden ayrılışıdır...


Bütün bunlar, bizzat bu dinin metodunda da bir ayrılığa işaret eder. Bunlar sayesinde bu metodun tabiat ve hakikati, müslümanların ruhlarına iyice yerleşiyor... Bunlar, bugün de zaruretini hissettiğimiz ayrılık unsurlarıdır... Hele kendilerine müslüman ismini verenlerin ruhlarında bu dinin temiz ve sağlam mefhumlarına arız olan cıvıklıkları ve asılsız şeyleri görünce, bu esaslara ne derece muhtaç olduğumuzu daha iyi anlıyoruz. Hele insanları bu dine davet etmek üzere ortaya atılan kişilerin düşüncelerindeki ayıklıkları görünce... (*)


İşte Bedir günü; “iki ordunun karşılaştığı ayrılık günü” bu derece geniş, derin ve çeşitli manaları ihtiva etmektedir.


“Ve Allah herşeye hakkıyla kadirdir.”


O, bugün de her şeye kadirdir... Bugün de hiç kimse onunla mücadele etmek gücüne sahip değildir... Hiç kimsede O’na karşı koymak kudreti mevcut değildir... Her hadiseyi onun kudretine bağlamaktan, O’nun takdir ve tedbiriyle izah etmekten başka yol yoktur... Ve gerçekten Allah, her şeye kadirdir.














55 — Muhakkak ki yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Onlar imana gelmezler.

56 — Onların içinden anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar.

57 — Onlan harpde ele geçirirsen cemiyetlerini dağıt ki arkalarındakiler ibret alsınlar.

58 — Bir kavmin hiyanetinden korkarsan onlarla yapılan anlaşmayı kendilerine (üzerlerine) at ki iki taraf müsavi olsun. Çünkü Allah hainleri sevmez. ^

59 — O küfredenler, asla üstün geldiklerini sanmasınlar. Çünkü onlar sizi âciz bırakamıyacaklardır.

60 — Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfetdğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.

61 — Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz Semi 'dir, Alim 'dir.

62, 63 — Seni aldatmak isterlerse bil ki Allah senden yanadır. Seni yardımiyle ve müminlerle destekleyen O’dur. Müminlerin gönüllerine sevgi koyup birleştiren de O. Yeryüzünde ne varsa hepsini harcetsen de sen onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi. Çükü O Azız 'dir, Hakim’-dir.

64 — Ey peygamber, sana da, müminlerden senin izince gidenlere de Allah yeter.

65 — Ey peygamber, müminleri harbe teşvik et. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur.

66 — Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener. Sizin bin kişiniz, Allah’ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.

“"67 — Yeryüzünde savaşırken, galibiyeti sağlamadıkça esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti kazanmanızı ister. Allah Azız ’dir. Hakim ’dir.

68 — Allah’dan daha önceden bir hüküm gelmiş olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi.

69 — Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yeyin; Allah’dan korkun, doğrusu Allah 
Gafur ’dur, Rahim ’dir.

70 — Ey peygamber, esirlerden elinizde bulunanlara de ki: “Allah kalblerinizde bir iyilik bulursa, size sizden alınanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.”

71 — Eğer sana hainlik etmek isterlerse onlar daha evvel Allah’a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah Alim ’dir, Haki m’dir.

72 — İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ve muhacirler barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavm aleyhinde değil. Allah işlediklerinizi hakkiyle görücüdür.

73 — Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.

74 — İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksık rızk da onlarındır.

75 — Henüz iman edip de hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlara gelince: Onlar da sîzdendir. Hısımlar Allah’ın Kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.

DÜŞMAN ORDULARLA MUAMELE PRENSİPLERİ

E n f a 1 Sûresinin bu son bölümü, gerek harp ve gerek sulh zamanında çeşitli devlet ve ordularla tesis edilecek münasbete dair kaideleri, İslâm cemiyetinin iç nizamını ve dış nizamlarla olan alâkalarını, çeşitli durumlarda ahde ve anlaşmalara İslâmın nasıl baktığını, keza bu dinin kan, cins, mekân ve akide münasebetlerini nasıl mütalaa ettiğini arzediyor.

Bu bölümde çeşitli kaide ve hükümlerle karşılaşacağız ki bu hükümlerin bir kısmı nihaî, bir kısmı da muayyen şartlara bağlı olarak muvakkat bir zaman için konmuş ve nihayet Medine devrinin sonuna doğru inzal buyurulan T e v b e Sûresi ile bu muvakkat hükümler değişikliklere uğramış, nihai ve kati şeklini bulmuştur.

Âyetlerde zikri geçen bu kaide ve hükümleri şöyle hülasa edelim :

I — İslâm ordusuyla mücahede yaptığı halde, sonradan bu ahidlerine aykırı hareket edenler, canlıların en kötüleridirler... Bundan dolayıdır ki İslâm ordusu onları ve onların arkalarında gizlenen, onları ahitlerini bozmaya veya müslümanlara saldırmaya teşvik eden kimseleri şiddetle te’dib etmeli, içlerine korku ve dehşet salmalıdır.

II — Hıyanetinden ve ahdini bozmasından korkulan müttefik devletlerle yapılan anlaşmaları bozmak ve bunu kendisine bildirmek, İslâm devletinin tabii haklarından biridir. Artık bundan sonra onlarla ve onların yardımcılarıyla savaşmak, onları tedib etmek caizdir.

ııı— İslâm devleti, mümkün olan en son hadde kadar kuvvet hazırlamak, hazırlıklarını arttırmak ve tekâmül ettirmekle mükelleftir. Ancak bu kuvvet daima hidayete ve hakka götürmeli, yeryüzünün en büyük kuvveti olmalı, haşmetinden bütün bâtıl kuvvetler titremeli, yeryüzünün en ücra köşesinde bile tesiri görülmeli, hiç kimsede İslâm yurduna saldırma gücü kalmamalı, herkes Allah'ın saltanatına sığınabilmeli, hiç kimse İslâm davetine karşı çıkamamalı, insanları bu davete icabetten hiç kimse alakoyamamalı, hakimiyet hakkına sahip olmayı ve insanları kendine kul yapmayı hiç kimse iddia edememelidir... Nihayet bütünüyle din, sadece Allah'ın olmalıdır...

IV — Gayrı müslümlerden bir cemaat, müslümanlarla savaştan vazgeçip sulh yapmayı arzu ederse, İslâm devleti onların sulh tekliflerini kabul eder. Şayet onlar içlerinde bir hiyanet tasarlıyorlar, fakat zahirde bunu ispat edecek bir delil de görünmüyorsa; onların iç dünyaları Allah’a havale edilir. Şüphesiz Allah, hainlerin kötülüklerine karşı müslümanları korumaya kâfidir.

 V — Cihad, bütün müslümanlara farzdır. Hatta düşmanları, kendilerinden kat kat üstün olsa bile... Onlar, Allah’ın yardımı ile düşmanlarına galip geleceklerdir. Onlardan bir kişi, on düşmana bedeldir;

en kötü ve en zayıf durumda bile iki kişiye bedeldir, öyleyse cihad farizası, müminlerle düşmanları arasında zahiri kuvvetlerin denk olmasını beklemez. Güçleri yettiği kadar kuvvet hazırlamak, sonra da Allah’a dayanmak, savaşta sebat göstermek, düşmana sabırla göğüs germek ve neticeyi Allah’a havale etmek müslümanlar için yeterli bir kuvvet unsurudur. Çünkü onlar, maddî ve zahirî kuvvetlerde bulunmayan, farklı bir kuvvet unsuruna sahip bulunuyorlar.

VI — İslâm ordusu, önce bütün kuvvet unsurlarını yok etmek sûretiyle zalim kuvvetleri imha etmek gayretini göstermelidir. Muharipleri esir etmek ve fidye almakla bu gaye tahakkuk etmez. Bu ameliye, insanları köleleştirmekle neticelenir. Peygamberler ve onların yolunda olanlar; ancak yeryüzünde yerlerini sağlamlaştırdıktan, sonra esirlerle uğraşabilirler ve böylece düşman kuvvetlerini yerle bir ederler, kendi kuvvetlerini sağlamlaştırırlar ve yeryüzünün en yüce kuvveti haline gelirler. İşte o zaman muharipleri esir etmek ve fidye almakta onlar için bir mahzur yoktur. Ama ondan önce harp meydanında çarpışmak daha münasip ve daha evlâdır.

VH — Savaşta müşriklerin mallarından elde edilen ganimetler müslümanlara helâldir. Keza düşmanlarının şevketini kırdıktan, kuvvetini parçaladıktan ve yeryüzünde kendi durumlarını sağlamlaştırdıkta sonra esirlerden fidye almak da onlar için helâldir.

VIII — İslâm ordusundaki gayrı müslim esirlerin İslâma teşvik edilmeleri icabeder. Onlara, kendilerinden alınan ganimet ve fidyelere mukabil birçok hayırlar verileceğine dair Allah’ın vadi olduğu belirtilmelidir. Bununla beraber ihanetten daha önce olduğu gibi tekrar Allah’ın azabına yakalanmaktan da onları sakındırmak gerekir...

IX — İslâm cemiyetinde birlik ve beraberliği temin eden yegane bağ, akidedir. Bu cemiyette dostluk; akide, hareket birliğine İslâm nizamının müşterek esaslarına dayanır. İman edip hicret edenler ve birbirleriyle yardımlaşanlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. İman ettiği halde İslâm yurduna hicret etmeyenlere gelince, onlarla İslâm yurdundaki müslümanlar arasında dostluk yoktur... Yani aralarında yardımlaşma ve dayanışma yoktur. Akidelerine tecavüz edilmedikçe müslümanlar onlara yardım etmezler. Yardım etmeleri için bu tecavüzün, müslümanlar la, aralarında anlaşma bulunmayan bir devletten gelmiş olması icabeder.



X — İslâm cemiyetinde birlik ve dostluğun yegâne dayanağı, akide ve hareket birliği olduğu halde, bu; yakın akrabaların birbirlerine dost olmalarına aykırı düşmez. İslâm nizamı ve akide şartı tahakkuk ettiği takdirde, akrabaların dostlukları çok daha tabiîdir. Fakat akide ve İslâmiyet bağı parçalandığı takdirde, sadece akrabalık bağı, dostluk ve yakınlık için kâfi değildir.

İşte özet olarak temas ettiğimiz bütün bu hususlar, bu dersimizin ihtiva ettiği kaide ve prensipler cümlesindendir. Bu kaideler aynı zamanda, İslâm nizamının dahilî ve haricî meselelere ait prensiplerinin kısa bir özetidir... Şimdi kısa açıklamalarla, âyetlerin delâlet ettiği manaları belirtmeğe çalışalım.

TEMEL PRENSİP

'"J* 55 — Muhakkak ki yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Onlar imana gelmezler.

''"J 56 — Onların içinden anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar.

57 — Onları harpde ele geçirirsen cemiyetlerini dağıt ki arkalarındakiler ibret alsınlar.

 58 — Bir kavmin hiyanetinden korkarsan onlarla yapılan anlaşmayı kendilerine (üzerlerine) at ki iki taraf müsavi olsun. Çünkü Allah hainleri, sevmez.

~~ > 59 — O küfredenler, asla üstün geldiklerini sanmasınlar. Çünkü onlar sizi âciz bırakamıyacaklardır.

60 — Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün yettiği kadar — Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere — kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.

61 — Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz Semi ’dir, Alîm ’dir.

62, 63 — Seni aldatmak isterlerse bil ki Allah senden yanadır. Seni yardımiyle ve müminlerle destekleyen O’dur. Müminlerin gönüllerine sevgi koyup birleştiren de O. Yeryüzünde ne varsa hepsini harcetsende sen onların gönüllerini birleştiremezdin.Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi.Çünkü O Aziz'dir Hakim'dir.

Bu Âyetler, M e d i n e ’de İslâm devleti kurulduğu zaman, müslümanların hayatında bilfiil mevcut olan bir durumu dile getiriyor ve İslâm devlet reislerine bu durumun izalesi için gerekli olan hükümleri öğretiyor.

Bu; İslâm devleti ile diğer komşu devletler arasındaki haricî münasebetlerin en başta gelen kaidesidir. Bu kaide sonradan bazı değişikliklere ve tadilata uğramıştır. Fakat yine de, İslâm devletinin en esaslı kaidelerinden biri olarak varlığını devam ettirmiştir.

Bu kaide ihanetten ve bozgunculuktan korunabildiği takdirde muhtelif devletler arasında yaşayan anlaşmaların varlığını kabul etmiş, bu anlaşmalara hakikî bir ciddiyet ve samimî bir hürmetle atf-ı nazar etmiştir. Fakat taraflardan biri, bu anlaşmaları, ihanet ve saldırmak için bir maske kabul eder ve hiyanetini icraat safhasına dökmek için hazırlığa girişecek olursa; o zaman bu anlaşmayı bozmak, anlaşmayı bozduğunu karşı tarafa bildirmek ve hainlere indirilecek darbenin zamanını tayin için serbest olmak, İslâm devletinin en tabiî haklarından biridir. Hem bu darbe öyle şiddetli ve ani olmalıdır ki, gizli veya açık olarak müslümanlara tecavüz fikrini taşıyan kimseleri dehşete düşürmelidir... Müslümanlarla sulh yapmak, İslâm davetine yapılan taarruzdan veya bu davetin insanlara ulaşmasına mani olmaktan vazgeçmek isteyenlere gelince; zahiren dahî olsa madem ki sulhu arzu ediyorlar, İslâm devleti de onlarla sulh yapar. (13)

13. Bütün bu kaideler nihai olarak Tcvbc Süresinde bükme bağlanmıştır.

Bütün bunlar, komşu devletler arasında tezahür eden amelî vakıalara, cevap vermek zaruretinden doğmuştur. İslâm daveti için hakiki bir emniyet teessüs ettiği, bu davetin önüne çıkarılan maddî engeller yok edildiği, kalpler ve kulaklar bu daveti tebellüğ için hareket halinde olduğu müddetçe sulh teklifi asla reddedilmez. Ancak bu sulh ve anlaşma teklifinin, düşmanlık için bir paravana, hile ve tuzaklarının, müslümanların taarruzundan emin olması için sulhun bir kalkan olarak kullanılmasına da asla müsamaha edilmez.

Âyetlerin temas ettiği o gün Medine devletinde görülen vakıaya gelince; bu olay miislümanların M e d i n e ’ye hicretlerinin ilk yıllarında, İslâm devletinin karşılaşmış olduğu bir takım şartlar dan meydana gelmişti ki, İbnul Kayyim el-Cevzi “Zad-ül Mead” adlı eserinde, bunu şöyle hülasa eder :

“Resulullah Medine ’ye gelince, kâfirler üç gruba ayrıldı. Birinci grup; müslümanlara tecavüz etmemek, aleyhlerine faaliyet göstermemek ve düşmanlarına yardımcı ve dost olmamak üzere Resulullah’la sulh yaptılar. Kendileri küfürleri üzere devam edecekler, fakat canları ve malları müslümanların taarruzundan emin olacaktı. İkinci grup ise; Resulullah’a harp açtılar ve O’na düşman kesildiler. Üçüncü grup da; Peygamberi kendi haline bıraktılar, ne sulh yaptılar, ne de O’na harp açtılar; işin sonunu beklediler... Bunlardan bir kısmı, içten içe Resulullah’ın galip gelmesini, zafere ulaşmasını arzu ediyor, bir kısmı da İslâm düşmanlarının zafere ve galibiyete ermesini istiyordu. Bir üçüncü grup da zahiren Peygamberin yanında görünüyor, fakat neticeye göre her iki tarafın nazarında da kendini emniyete almak için gizliden gizliye Resulullah’ın düşmanlarıyla ortaklık yapıyordu. Bunlar da münafıklardı. Resulullah, bu grupların her birine yüce Allah’ın emirlerine göre münasebetini ayarladı.”

Resulullah’ın sulh yaptığı birinci gruptakiler, daha ziyade Medine ’nin etrafında ikamet eden; Benî Kaynuka, Benî Nadir ve Benî Kureyze adlı üç yahudi kabilesiydi. Medine ’ye komşu bazı müşrik kabileler de bu gruptaydı.

Buradanda anlaşılıyor ki, bu durum, bazı şartlara bağlı muvakkat bir vakıadır. İslâmın devletler arası münasebetlere dair koymuş olduğu nihaî hüküm değildir. Sonra bu hükümde birbirini takip eden bazı değişiklikler görüldü ve nihayet Beraet Sûresinde nazil olan hükümlerde kati şekline ulaştı.

Devletler arası münasebetlere ait hükümlerin merhale merhale neticeye ulaşmasına dair kısa bir özeti, dokuzuncu cüzde, İbni Kayyim’in “Zad’ül Mead” adlı eserinden naklen zikretmiştik. Burada o kısa özeti tekrar nakletmekte bir beis görmüyoruz :

“Resulullah’ın Peygamber olarak gönderildiği andan itibaren Allah’ına kavuşuncaya kadar geçen zaman içinde münafıklar ve kâfirlerle geçen hidayet mücadelesinin tertibi hakkındaki fasıl... Yüce Allah, ona ilk olarak; “yaratan Rabbinin adıyla” okumasını vahyetti.
Bu, nübüvvetin başlangıcıdır. Allah ona, önce kendi kendine okumasını emretmiş, başkalarına da tebliğ etmesini istememiştir. Sonra ona şu âyeti kerimeyi inzal buyurdu : “Ey örtülere bürünüp yatan; kalk ve korkut!” Resulullah “Oku!” emriyle nebi, “Ey örtülere bürünüp yatan...” hitabıyla da Resul olmuştu. Sonra ona, önce yakın akrabalarını, sonra kavmini, sonra komşu Arap kabilelerini, sonra bütün Arapları ve en sonunda da bütün insanlığı korkutmak emri verilmişti. Nübüvvetinden sonra on küsür sene boyunca savaş ve cizye yoluna başvurmadan sadece davetle insanları korkutmuş, sabır ve affa sarılmış, fiili mücadeleden uzak kalmıştı. Sonra ona hicret izni verildi, müteakiben de kendisine taarruz eden kimselere mukabil taarruz, kendi halinde kalan ve taarruz etmeyen kimselerden de uzak kalması emri verildi. Sonra bütünüyle din, sadece Allah’ın oluncaya kadar müşriklerle savaş emri verildi... Cihad emrinden sonra da kâfirler, Resulullah'a karşı üç ayrı durum arzediyorlardı:

I — Mütareke ve sulh ehli 
II — Harp ehli 
III — Zimmet ehli

Sonra anlaşma şartlarına sadık kaldıkları takdirde mütareke ve sulh ehli ile olan ahde vefa göstermesi emredildi. Şayet onların ihanetinden korkacak olursa anlaşmayı bozduğunu onlara bildirmesi, bu niyetini bildirmeden asla onlara tecavüz etmemesi, ancak anlaşmayı bozduktan sonra onlarla savaşması emredildi... Bezac Sûresi nazil olunca, bütün bu kısımların hükmü de beyan edildi : Cizye verinceye veya Islâma girinceye kadar ehli kitap olan düşmanlarla savaşması emredildi. Müslümanlara karşı sert ve kaba kimselere münafıklara ve kâfirlere karşı cihad emri verildi. Resulullah da kâfirlere karşı ok ve kılıçla, münafıklara karşı da lisan ve hüccetle cihad etti. Sonra kendisine kâfirlerin ahitlerinden beri olduğu ve ahitlerini kendisine iade etmesi emredildi... Burada sulh ehli üç grupta mütalaa ediliyor 

I — Resulullah’la yaptıkları ahdi nakzeden ve anlaşma şartlarına riayet etmeyenler... Allah, Resulüne onlarla savaşmasını emretti. \ Resulullah da onlarla harp etti ve muzaffer oldu.

II — Muvakkat olarak sulh yapan, ahitlerini bozmayan ve Peygambere karşı çıkmayanlar... Allah, Peygamberine, onlara karşı sonuna kadar anlaşmayı devam ettirmesini emretti.

ııı — Anlaşma olmadığı veya aralarında mutlak manada bir anlaşma olduğu halde Peygambere karşı harbetmiyenler... Allah, Resulüne, onlara 4 ay mehil vermesini, kabul etmezlerse onlarla savaşmasını emretti... Resulullah da ahdini nakzedenlerle savaştı, anlaşması olmayanlara da dört ay mehil verildi. Tekrar Allah, ahdine vefa gösteren kimselere karşı, sonuna kadar anlaşmayı devam ettirmesini emrediyor... Bütün bu insanlar, eninde sonunda müslüman oldular, hiçbiri sonuna kadar küfür üzere kalmadı. Ehl-i zimmete cizye mecburiyeti kondu... v.s.”

Bu güzel özeti tekrar gözden geçirmek, Peygamberimizin hayatındaki hadiseleri düşünmek, bu hükümleri ihtiva eden sûre ve âyetlerin inzal olduğu tarihi hatırlamak şu gerçeği ortaya koyar: İzahını yaptığımız E n f â 1 Sûresinin âyetleri, Medine devrinin ilk yıllarında meydana gelen durum ile Beraet Sûresinin inzalinden sonra nihayetlenen vaziyet arasında orta bir merhaleyi temsil eder. Bu âyetleri, bu ölçülerin ışığı altında tedkik etmek lâzımdır. Bazı esaslı kaideler vardır ki, onlar dahi nihaî şekli ifade etmez. Nihaî şekil, Resulullah’ın hayatının sonuna doğru görülen amelî tatbikat ve Beraet Sûresinin âyetlerinde ifadesini bulmuştur. Bu bahis ilerde yine gelecektir. ..

*•

CANLILARIN EN KÖTÜSÜ

Bu açıklamanın ışığı altında, şimdi âyetlerin izahına geçebiliriz :

“Muhakkak ki yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Onlar imana gelmezler”...

Onların içinden anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar”...

” lâfzı, arz üzerinde yürüyen canlıların hepsine şamil
olduğu gibi insana da şamildir. Ancak bu kelime insanlara izafe edildiği zaman, hayvan silueti gibi, özel bir silueti ifade eder... Ve artık o insanlar, yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü olmuşlardır!.. Şüphesiz ki onlar, küfreden insanlardır. Hatta küfürleri o dereceye ulaşmıştır ki,imana dönmeleri imkan haricidir. Onlar her seferinde ahidlerini bozarlar.Allah'danda sakınmazlar!..

Bu âyette kimin kastedildiğine dair çeşitli rivâyetler nakledilmiştir. Bazılarına göre bu âyetten maksat Beni Kureyza, bazılarına göre Beni Nadir, bazılarına göre de Benî Kayn u k a ’dır. Bazılarına göre de Medine civarında yaşayan müşrik Araplardır. Ayet ve tarihi vakıa, bunların hepsini doğrular. Yahudiler, grup grup Peygamberle olan ahitlerini bozdular. Keza müşrikler de ahitlerini bozdular... Burada mühim olarak şunu bilmeliyiz ki, bu âyetler, Bedir ’den önce ve sonra, bu âyetin nuzülüne kadar olan zaman zarfında var olan bir durumdan, bir vakıadan bahsediyor. Bu hususta sadır olan hüküm, aynı zamanda ahdi nakzedenlerin tabiatini, daimi hallerini ve sabit vasıflarım tasvir ediyor...

İşte o küfredenler ve küfür cehennemine dalanlar... onlar asla iman etmezler...” Böylelikle fıtratları bozuldu ve Allah indinde onların en kötüsü haline geldiler. Onlar, her ahdi bozarlar... Verdikleri her söze ihanet ederler... Böylelikle insani özelliklerden birini daha kaybederler... Ahde vefa hasletini yitirirler... Her türlü kayıttan uzaklaşırlar. Tıpkı fıtrat bağlarıyla mukayyet olmayan hayvanlar gibi. Onların da bağları yok; zabıtası yok! Böylece onlar, Allah indinde hayvanların en kötüsü haline geldiler!

Ahid ve anlaşmalarla onları tatmin etmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Onların cezaları; nasıl başkalarına emniyeti haram ediyorlarsa, kendilerinin de her türlü emniyetten mahrum bırakılmalarıdır... Onları devamlı korku ve tehlike içinde yaşatmak, ellerinin üzerine şiddetle vurmaktır... Hem sadece onlara değil, onları dinleyen, arkalarına gizlenen benzerlerine de korku salmaktır... Gerek Resulullah ve gerek ondan sonraki müslümanlar, savaşta böyleleri ile karşılaştıklarında, onlara bu muameleyi yapmakla mükelleftirler :

“Onlan harpde ele geçirirsen cemiyetlerim dağıt ki arkalarındakiler ibret alsınlar”...

Hayretlerle dolu bir ifade!.. Feci bir yakalama şekli... Korkunç bir musibet... Kaçmak, uzaklaşıp gitmek için kâfi bir ses!.. Bu dehşet verici azaba düçar olan insanın durumu nicedir acaba? Bu, korkunç bir darbedir!.. Ahidlerini nakzetmek için direnen ve insani bağlardan uzaklaşan bu insanları bu şekilde kıskıvrak yakalamak emrini peygambere, Allah vermiştir... Böylece bir taraftan İslâm ordusu emniyete kavuşturulurken, diğer taraftan da onlara saldıran veya yakından islam dalgasının önüne çıkmak fikrine cüret gösteren kimsclerin de varlığı bertaraf ediliyor...

İlâhi nizamın tabiati budur!.. Bu nizam, müslümanların kalbine (bu şekliyle yerleşmesi icabeder. Heybet, kuvvet ve satvet, bu dine '¡mutlaka gereklidir. Zalimleri temelinden sarsacak, İslâm dalgasının /önüne çıkma cüretini yok edecek bir şevket ve azamete ihtiyacı vardır bu dinin!.. Çünkü o, yeryüzünde “insan” cinsini zalimlerin esaretinden kurtarmak, hürriyete kavuşturmak için meydana çıkmıştır. Bu dinin metot ve prensiplerinin, maddî cezalar ve zalim kuvvetler karşısında sadece davet ve tebliğden ibaret olduğunu sananlar, bu dinin tabiatini zerre kadar anlamayan zavallılardır!

Bu, fiilen İslâm ordusu ile yapılan muahedeyi nakzetmeye taalluk eden ilk hükümdür. Bu hükümden muahedeyi nakzedenler ve onların arkasında bulunanlara en ağır darbeyi indirmenin onları korku ve dehşete salmanın, musibetlere duçar etmenin gerekli olduğu anlaşılıyor.

İkinci hükme gelince; o, ahdi nakzetmekten mütevellit korku haline ve ihanetle beklemeye mütealliktir. Bu; fiilen ahdi bozmayı tasarlayan bir kavim hakkında bir takım emarelerin ve fiillerin varlığı ile meydana çıkar:

“Bir kavmin hiyanetinden korkarsan onlarla yapılan anlaşmayı kendilerine (üzerlerine) at ki iki taraf müsavi olsan. Çünkü Allah hainleri sevmez.”...

İslâm ahdini korumak için sulh masasına oturur. Karşı tarafın ihanet edeceğinden korkarsa, mevcut anlaşmayı bozduğunu açıkça ilan eder. Asla ihanet etmez, hile yapmaz, gadretmez, aldatma yoluna gitmez. Karşı tarafa, muahede şartlarını feshettiğini sarih olarak bildirir. Artık onlarla aralarında en ufak bir emniyet yoktur... Bu fevkâlade prensibiyle Kur’an, beşeriyeti şeref ve doğruluğun, emniyet ve güvenin en yüce ufkuna çıkarıyor. O; mevcut anlaşma ve muahedeye güvenerek emniyet içinde yaşayan cemiyetlere zalim ve adi baskınlar tertiplemez. Silah ve teçhizatını ikmal etmeyenleri korku ve


dehşete düşürmez... Ama mütarekeyi bozacak olursa; o zaman zaten harp, hileden ibarettir. Artık her iki taraf da silah ve teçhizatını ikmal etmiş sayılır. Hile caiz olduktan sonra, neticeden hiç kimse mağdur sayılmaz, ancak gafil kabul edilir. Çünkü o zaman her türlü hile yolları mübahtır. Sözünde durmamak diye bir şey mevzubahis değildir.

İslâm, beşeriyeti yüceltmeyi ve onu kötülüklerden uzaklaştırmayı muradeder. Zafer uğruna dahi olsa sözünden dönmek, asla caiz değildir. Bu din, yolların en yücesini, gayelerin en şereflisini hedef alır. Şerefli bir gaye için adi bir vasıtanın kullanılmasına asla müsamaha etmez.

İslâm, ihanetten nefret eder, akdini bozan hainleri tahkir eder. Bundan dolayıdır ki; bir müslüman, ne kadar şerefli bir gaye uğruna olursa olsun akde ihanet etmeyi asla hoş görmez, insan varlığı; bir bütündür: tecezzi kabul etmez. İnsan kendi nefsi için adi bir vesileyi mübah görürse; artık onun şerefli bir gayeyi muhafaza etmesi imkânsız hale gelir. Gaye için her türlü vasıtayı temiz kabul eden insan, samimi müslüman olamaz. Bu, İslâmi hassasiyete yabancı bir prensiptir. Çünkü beşer ruhunun oluşmasında ve bu ruhun gayelerle vesileler arasındaki münasebetlerinde ayrılık yoktur. Cıvık çamurdan meydana gelen bereketli bir havuza mukabil kirli bir nehir kenarı, hiçbir müslümanı imrendirmez. Çünkü kirli nehir kenarı, eninde sonunda insanların ayaklarını da kirletecektir. Bütün bunlardan dolayıdır ki Allah, hıyanetten ve hainlerden nefret eder ;

“Ve Allah hainleri sevmez.”... '
Bu arada şunu da unutmamak lâzımdır ki, bütün beşeriyet böyle yüce ve şerefli bir ideale henüz muttali değilken bu hükümler inzal buyurulmuştur. Hatta o zaman savaşçılar arasındaki kanun, tabir caizse orman kanunu idi... Gücü yettiği takdirde hiçbir kayda bağlı kalmayan yumruk ve kuvvet kanunu... Keza yine unutmamak lâzımdır ki, bütün cahiliyet toplumlarında hükümran olan bu orman kanunu, ondan sonra da devam etmiş, ta 18. asra kadar hâkimiyetini sürdürmüştür. Hele Avrupa, İslâm âlemiyle temas ettiğinde müslümanlardan öğrendiği prensipler müstesna, devletlerarası münasebetlere dair değer hükmüne haiz hiç bir ölçüye sahib değildi. Hatta Avrupa bugün bile, devletler arası kanunları ismi verilen bir takım nazariyeleri kabul ettiği halde realite dünyasında, islâmın gösterdiği o yüce ufka asla ulaşamamıştır!

Kanunların yapılışındaki teknik gelişmelerin şaşkına çevirdiği kimselerin Islâm ile çağdaş doktrinlerdeki “realizm” gerçeğini iyice anlamaları gerekir...

Bu nazafet ve nezakete karşı Yüce Mevlâ da müminlere zafer vadediyor. Küfrün ve kâfirlerin hile ve demelerinden çekinmemelerini telkin ediyor.

“O küfredenler, asla üstün geldiklerini sanmasınlar. Çünkü onlar sizi âciz bırakamayacaklardır.”.

İhanet ve sahtekârlık plânlarını tatbik etmek imkânı verilmez onlara. Çünkü Allah, müslümanları asla yalnız başlarına terketmez. Hainlere, hıyanetlerini icra imkânını vermez. Allah’ı âciz bırakmaya kâfirlerin gücü yetmez. Yardımcıları Allah dan müslümanları, acz içinde kıvrandırmaya da güçleri yetmez onların...

Öyleyse niyetlerinde samimi oldukları müddetçe doğru yolun yolcuları güven içinde bulunsunlar. Kötü yolun yolcularının kendini asla geçemiyeceklerinden emin olsunlar!... Çünkü onlar yeryüzünde kanunu gerçekleştirdikleri, insanların arasında kelâmını yücelttikleri ve adına harekete geçtikleri Allah tarafından muzaffer kılınacaklardır... Çünkü doğru yolun yolcuları yeryüzünde kulları kullara kulluktan kurtarıp, eşi ve benzeri bulunmayan Allah’a kul etmek için cihad ederler...

KUVVET HAZIRLAYIN

Ne varki İslâm buna rağmen zafer için gerekli olan hazırlıkları tamamlar, müslüman kitlenin takati dahilinde bulunan teçhizatı pratik olarak temin eder. İslâm müslüman ferdin ayağını basacağı noktayı sağlama almadan, kuvvetli bir yere basmadan fıtratının tanıdığı, tecrübelerin desteklediği pratik sebebleri hazırlamadan asla gözünü o yüksek ufuklara dikemez. Hazırlıklarını yapınca sadece bu ulvî gayeleri tahakkuk ettirmek için harekete geçer...

“Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar — Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere--kuvvet ve savaş atları hazırlayın.Allah yolunda sarfettiğiniz her şey ,size haksızlık yapılmadan,tamamen ödenecektir."...

İmkân elverdiği miktarda hazırlığını tamamlamak, cihad farizasına eş bir farizadır. Ayet, çeşitli konularda kuvvet hazırlamayı emrediyor. Bilhassa J^-l Mj , = “bağlanıp bedenen atlar” ibaresini kullanıyor. Çünkü bu öyle bir harp vasıtasıydı ki; ehemmiyeti, ancak o zaman Kur’an’a muhatap olan kimseler tarafından biliniyordu... Şayet Allah, müslümanlara, o gün tanımadıkları fakat zamanla bulacakları bir takım muharebe vasıtalarını hazırlamasını emretmiş olsaydı, meçhule ait hayretkâr işlerden bahsetmiş olurdu. Halbuki mühim olan, prensibin umumi manada serdedilmesidir :

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın.”..

“İnsan” ı hürriyetine kavuşturmak için “yeryüzünde” harekete geçen Islamın elbette ki kuvvete ihtiyacı olacaktır... Ve kuvvetin iİk söz söyleyeceği saha islâma davet sahası olacaktır: Bir kere bu akideyi kendi hürriyetleri ile seçebilme imkânını sağlar ve akideye bağlandıktan sonra da bir daha yanıltılıp engellenmemelerini temin eder... İkinci olarak bu dine düşman olanları korkutur ve müslümanların sahib olduğu güçler tarafından korunan “İslâm yurdu” na tecavüz etme düşüncelerini yok eder... Üçüncü olarak düşmanların içine korku salıp, islâmın yayılışına ve gelişmesine engel olma fikirlerini söküp atar... Çünkü İslâm yeryüzüne yayılırken “bütün insanlara" “tam manasıyla hürriyet” sağlamak için yayılır... Dördüncü olarakta bu kuvvet yeryüzünde ilâhlık taslayan, Allah'ın vasıflarını kendisi için iddia eden, kendi elleriyle koydukları sistem ve doktrinlere halkı boyun eğdiren, ülûhiyetin yalnız Allah’a aid olduğunu dolayısıyla hâkimiyetin yalnız ve yalnız Allah’ü Teâlâ’ya aid olacağını kabullenmeyen güçleri yıkıp yok etmek için gereklidir...

İslâm; kalplerde mevcut mücerret bir akideyle, nazari prensiplerle gayesini tamamlayan lahûtî bir nizam değildir. İslâm, gerçek ve tatbiki zaruri bir hayat nizamıdır. Üzerinde bir çok sultaların kaim olduğu, arkasında birçok maddi kuvvetlerin destek olduğu nizamlardan farklı bir hayat görüşüdür. Kendi Rabbani nizamını ikrar ettirmek için bu maddi kuvvetleri, o nizamları insanlar arasında infaz
eden zalim sultaları yıkıp yok etmek ve onun yerine Rabbani nizamı ikâme etmekten başka yolu yoktur islâmın...
Müslüman bu büyük hakikati ilan ederken kem küm edip, gevelememelidir..Rabbanî nizamının tabiatından ötürüde aşağılık duygusuna kapılmamalıdır... Ve iyice düşünmelidir ki lslâm yeryüzünde yayılırken sırf yalnız başına Allah'ın ülûhiyetini yerleştirmek ve kulların ülûhiyetini yıkmak için yayılır... İslâm beşer yapısı bir nizamı yaymak için harekete geçmez. Bir liderin hâkimiyetini gerçekleştirmek, bir devletin, bir sınıfın veya cinsin hâkimiyetini sağlamak için cihana yayılmaz. O, ne Romalılar gibi insanları üst tabakanın arazisinde köle olarak çalıştırmak, ne kapitalist garplılar gibi pazarları ve hammeddeleri kendi inhisarı altına almak ve ne de kominizm ve bu yerleri gibi cahil ve kısa görüşlü beşer mantığının mahsulü olan nazariyeleri icra ve infaz etmek gayesinde değildir!... O; her şeyi bilen, her şeyi bir hikmete intisad ettiren, her şeyden haberdar olan ve her şeyi gören yüce Allah'ın gönderdiği nizamdır! Allah onu, sadece kendi ülûhiyet ve saltanatını takrir ve yeryüzünde “insan” cinsini kullara kulluktan kurtarıp hürriyete kavuşturmak için göndermiştir...
Bu büyük hakikati dini müdafaa pozisyonuna bürünürken Islâmın yayılışını ve İslâm cihadını beyan hususunda özürler beyan ederek kem küm edip geveleyen manevi hezimete uğramışların daha iyi kavraması gerekir...

İşte bu husus, dinde sadece müdafa pozisyonunda kalan zavallıların idrak etmeleri icabeden en büyük hakikatlerden biridir. Onlar İslâm dalgasını müdafa ve İslâm cihadı için acele acele ve karmakarışık bir takım hükümler vermekte pek ustadırlar. (B)

Kuvvet hazırlamak hususundaki teklifin hududunu çok iyi bilmemiz icabeder. Âyeti kerime buyuruyor ki:

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız.”... Bu öyle bir ifadedir ki; hududu, gücünün yettiği noktaya kadar devam eder. O halde müslümanlar, güç ve kudretleri dahilinde olan kuvvet unsurlarını hazırlamaktan asla sarfı nazar edemezler.
Keza ayeti kerîme, kuvvet hazırlamaktaki gayenin ne olduğuna . da işaret ediyor;

“Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip, sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere”...

Bu hareket, müslümanlarmında düşmanı olan Allah düşmanlarının kalplerine korku ve dehşet salar. Onları müslümanlar zaten açıkça tanıyor ve biliyorlar. Fakat onların arkalarında gizlenen veya düşmanlığını henüz açıkça ortaya koymayan bazı kimseler var ki, müslümanlar onları bilemezler. Onların hakikatlerini ve iç yüzlerini ancak Allah bilir. İşte Islâmın kuvveti bütün bu insanları korku ve dehşete düşürür. Hatta Islâmın kuvvet eli onlara kadar uzanmasa dahi, yine onları endişeye sevkeder. Müslümanlar; yeryüzünün en kuvvetlileri olmakla mükelleftirler! Bütünüyle dinin sadece Allah’a ait olmasını Allah’ın kelimesinin en yüce ufka çıkmasını temin etmek ve insanlar üzerinde bir başka kuvvet unsuru olmalarını sağlamak için güçleri yettiği her türlü kuvvet unsurlarını toplamak zorundadırlar. Devamlı hazırlık yapmak, tabiatiyle maddî imkânları gerektirir. Bütünüyle İslâm; nizamını da, karşılıklı dayanışma esası üzerine ikâme eder. Bunun içindir ki cihada davetle, Allah yolunda infaka davet hanen hemen eş tutulmuştur :

“Allah yolunda sarf ettiğiniz her şeyi, size haksızlık yapılmadan tamamen ödenecektir.

İşte böylece İslâm, cihadın ve infakın; her türlü dünyevi gayeden, şahsî menfaatten, kavmiyetçilik ve ırkçılık şuurundan tamamen uzak olarak sadece Allah yolunda yapılmasını şart koşuyor. Böylece İlâhî rızanın tecellisi, Allah kelâmının tahakkuku ve her şeyin ihlas ve samimiyetle Allah için yapılması temin ediliyor.

İşte bunun için İslâm; ilk andan itibaren şahısları ve devletleri yüceltmeyi hedef alan savaşları defterinden siler. Sömürgecilik ve açık pazar elde etmeyi... başkalarını ezip horlaştırmayı... Bir memleketin başka bir memlekete, bir kavmin başka bir kavme, bir ırkın başka bir ırka, bir sınıfın başka bir snııfa hâkimiyet sağlamasını gaye edinen savaştan tasvib etmediği gibi reddeder... Bütün bunların dışında geriye tek bir savaş taktiği kalıyor... O da Allah yolunda cihad hareketi... Allah’ü Teâlâ, bir cinsin, bir ülkenin, bir kavmin, bir sınıfın. bir ferdin veya bir milletin hâkimiyetini istemez.bilakis Allah’ın ülûhiyetini ve hâkimiyetini irade buyurur, muhakkak ki O, bütün dünyadan müstağnidir... Ne var ki yalnız O’nun hâkimiyeti ancak cihanda hürriyeti hayır ve bereketi temin edebilir...

BARIŞ YAP

Bu âyetten anlaşılan üçüncü bir hüküm de; İslâm ordusu ile mütareke ve anlaşma yapmayı arzu eden, sulha ve dostluğa meyleden, fiil ve hareketleriyle gerçekten sulha taraftar olduklarını izhar eden kimselere mütealliktir :

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz Semi ’dir Alîm ’dir”...

Burada sulha meyil ifade edilirken “ !>*«»»• ” kelimesinin seçilmesi çok manidardır. Bu tatlı ifade derin bir huzur ve refah havası salmaktadır. Bu ifade de sulha meyleden bir kanadın hali tasvir edilmektedir sanki. 0 rahatlıkla kanatlarını sulh tarafına doğru germektedir. Nitekim sulha temayül durumu da söylenenleri duyan, onun gerisindeki gizli sırlan bilen S e m î ve Alim olan Allah’a tevekküle denktir. Allah’a tevekkül de güven ve emniyet vardır...

Medine devrinin başlangıcından kadir gününe ve bu hükmün nazil olduğu zamana kadar geçen devrede, kâfirlerin, Resulullah’a ve Resulullah’ın da onlara karşı durumlarını anlamak için İbn Kayyim’in “Teşhis” ine müracaat edecek olursak, görülür ki; bu âyet, Resulullah’dan ayrılan, fakat onunla savaşmayıp sulha meyleden, îslâm davetine ve müslüman devlete karşı düşmanlık ve mukavemet göstermeyen bir grup insana taallûk etmektedir. Yüce Allah, Peygamberine, bu grubu terketmesini, sulh ve mütareke isteklerini kabul etmesini emretmiştir. (Ancak bu hüküm Beraet Sûresi nazil olana kadar devam etmiştir. Orada anlaşması olmayan devletlere mühlet verilmesi, dört aylık bir mehilden sonra durumlarına göre başka bir hükmün uygulanması emri nazil olmuştur.) Bundan da anlaşılmaktadır ki bu hüküm, her türlü karışıklıktan, peşisıra gelen âyetlerden ve ondan sonra Resulullah’ın amelî tasarrufundan uzak alarak mutlak bir mana ifade etmesine rağmen, nihai bir hüküm değildir.

Fakat âyet, o zamanda umumî bir hüküm mesabesinde idi. Resulullah, Tevbe Sûresi nazil oluncaya kadar onunla amel etmiştir. Hicretin altıncı senesinde yapılan Hudeybiye Musalahası da bu Âyetin gereği idi.

— Bazı fukaha, bu hükmün nihai ve daimi olduğu görüşünü izhar etmişler ve “sulha meyletmek” ibaresini de “cizye ödemeyi kabul etmek” manasıyla tefsir etmişlerdir... Fakat bu izah, tarihi gerçeklere uymuyor. Çünkü cizye hükümleri, hicretin sekizinci senesinden sonra Tevbe Sûresi’nde nazil olmuştur. Halbuki buradaki Âyet, Bed i r gününü takip eden ikinci senede nazil olmuştur. Ve bunda cizye hükümleri de mevcut değildir. Hadiselere, nüzül tarihlerine ve lslâm nizamının hareket tabiatine bakacak olursak, gerçeğe en yakın izah tarzı; bu hükmün, nihai hüküm olmadığı, Tevbe Sûresi’nde nazil olan nihai hükümlerle son olarak Âdil edilmiş olduğudur. Bu nihâî hükümden sonra insanların Islâma karşı durumları şu şekli aldı:

1 — Ya muharipdirler; İslama karşı savaşıyorlar.

2 — Ya müslümandırlar; Allah’ın şeriatını tatbik ediyorlar.

3 — Veya ehl-i zimmettirler; akitlerine sadık kalarak cizye ödüyorlar.
PEYGAMBER DEVRİNDEN ÖRNEKLER
İşte bunlar İslâmî cihad hareketinin dayandığı nihai hükümlerdir. Bunların dışında basit farklılıklar olabilir ki, Islâm, şûmullu ve umumi hükümleriyle, onları da, son ve kati durumu ifade eden bu üç gruptan birine sokar. Müslim’in tahric ettiği ve 1 m a m - ı 
A h m e d ’in rivâyet ettiği bir hadis bu münasebeti gayet güzel ifade eder.

İmam-ı Ahmed der ki; bize Veki, ona Süfyan, ona Alkeme bin Mürsed, ona Süleyman bin Yezid, ona babası Eslemli Hatib oğlu Ye-zid’den rivâyet etmiş ki :

“Resulullah bir seriyyeye veya bir orduya bir komutan nasbettiği zaman ona özellikle Allah’dan korkmasını, maiyetindeki müslümanlara da hayrı tavsiye ederdi ve şöyle buyururdu:

Allah'ın adıyla ve Allah yolunda gazaya gidin... Allah’a küfredenlerle savaşın. Allah’a şirk koşan bir düşmanla karşılaştığınız zaman onu üç haslet veya huydan birisini kabule davet edin. Şayet müspet cevap verirlerse kabul et ve onlardan elini çek. önce onları İslâma davet et Müspet cevap verirlerse, bu cevaplarını kabul et ve onlardan elini çek. Sonra onları memleketlerine, muhacirler yurduna dönmeye davet et Ve onlara bildir ki, şayet bunu kabul ederlerse, muhacirler için var olan şey onlar içinde var ve muhacirlerin aleyhine olan şey, aynı zamanda onların da aleyhinedir. Şayet yüz çevirirler ve kendi yurtlarını tercih ederlerse, bildir ki onlar, müslüman Araplar gibidirler müminler üzerine cereyan eden Allah’ın hükmü, onların üzerine de cereyan eder. Ancak müslümanlarla beraber cihada çıkmadıkça, fey’ ve ganimette onların hissesi yoktur. Şayet bunu da kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et Eğer müspet cevap verirlerse, bu cevaplarını kabul et ve onlardan elini çek. Eğer bunu da kabul etmezlerse, o zaman Allah’a dayan ve onlarla savaş.”

Bu hadiste müşkül olan cizye ile beraber hicret ve muhacirler yurdunun zikredilmesidir. Cizye, ancak fetihten sonra farz kılınmıştır. Halbuki fetihten sonra hicret yoktur. Cizyenin sekizinci seneden sonra farz kılındığı sabittir. Bundan dolayıdır ki müşrik Araplar dan cizye alınmadı. Çünkü onlar, cizye emri gelmeden müslüman olmuşlardı. Ondan sonra müşriklerin benzeri olan mecusiler İslâmî kabul ettiler. Arap Yanmadası’nda müşrikler varken cizye hükümleri gelmiş olsaydı, ibni Kayyim’in ifade ettiği gibi onlar da bunu kabul ederlerdi. Ebu Hanife ’nin ve îmam 
A h m e d ’ in, iki hükmünden biri de bu meyandadır. Kurtubî bu sözü E v z a i ve Malik ’ten, başkaları da Ebu Hanife ’den rivâyet etmiştir, der.

Her halikarda, yine Allah'ın hükmüne geliyoruz:

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz Semi ’dir Alim ’dir.”...

Fakat bu, mutlak ve nihai bir hüküm değildir. Nihai hüküm, sonradan Tevbe Sûresi’nde nazil olmuştur. Ancak burada, aralarında anlaşma olsun olmasın, kendisiyle savaşmayıp kenara çekilen kimselerle sulh ve mütareke yapmayı kabul etmesini Peygamberine emretmiştir. Peygamber de Tevbe Sûresi'ndeki hükümler nazil oluncaya kadar kâfirlerle ve Ehli Kitapla sulhu kabul etmeye devam etmiştir. Bütünüyle dinin sadece Allah’a ait olmasını temin için ya İslâmî, ya cizyeyi, ya da savaşı kabul etmeleri şartını koşmamıştır.

Bu ifade de başka bir husus daha ortaya çıkıyor. O da; “İslâm

Cihadı” ndan bahseden kimselerin ruhî ve aklî hezimetlerinden mütevellit şüphelerin izalesi meselesidir. Mevcut vakıaların zorluğu bu insanların ruhlarını ve akıllarını baskı altına alıyor ve onlar da bütün beşeriyetin karşısına şu üç teklifle çıkarak, hakikatini idrak edemedikleri İslâmî sabit bir nizam olarak dondurmak istiyorlar :

1 —İSLÂM •

2 —CİZYE

3 —SAVAŞ
Onlar bütün cahiliyet kuvvetlerinin İslâma savaş açtığını, ona hücum ettiğini görüyorlar. İslâma intisap eden, fakat onun hakikatini idrak edemeyen ve onu ciddi bir şuurla kavramayan kimselerin de, diğer din ve mezhep mensuplalarından meydana gelen sürü sürü ordularla karşı karşıya olduklarını zannediyorlar. Keza gerçek İslâm öncülerinin az, hatta nadir olduğunu da görüyorlar, öyleyse artık yeryüzünde onlar için hiçbir güç ve kuvvet mevcut değildir!.. İşte o zaman bu insanların yazdıkları kitaplar da, vakıaların zorluk ve ağırlığına uygun olarak tecil etmek için âyetlerin boyunlarını yumuşatmak ihtiyacını hissediyorlar. Ve sanki böylelikle İslâm nizamını ve hareket tarzını bu şekle sokmakla dinlerine daha çok hizmet etmiş oluyorlar!

[ Onlar, bir tekamül icabı olarak merhale merhale gelen âyetlere el atıyorlar ve onu nihaî hükmü ifade eden bir âyet olarak mütalaa ediyorlar, özel bir durumla mukayyed olan âyetleri ele alıyorlar ve onu delâleti mutlak bir âyet hükmüne sokuyorlar. Nihayet mutlak ve nihaî hükmü ifade eden bir âyetle karşılaşınca da; delâleti mukayyed ’olan ve tekamül zincirinin arasında gelen âyetin hükmüne uygun  olarak onu tevil ediyorlar. Bütün bunlan da sırf Islâmda cihadın mücerret olarak müslümanların kendilerini korumaları ve hücuma uğrayan “İslâm diyarını” muhafaza etmeleri için giriştikleri bir ameliye olduğunu belirtmek için yapıyorlar. Aslında İslâm onlara göre her zaman sulh yapmaya canını atar, sulhun gayesi de dağrudan doğruya .'İslâm diyarı” nı hücuma uğramaktan korumaktır... Onların anlayışına göre İslâm her zaman kendi hududları dahilinde kapanıp kalacaktır. Başkalarının İslâma boyun eğmesini, Allah'ın nizamına bağlanmasını istemesi olacak şey değildir. Allah’ın, ancak söz ve beyan ile islam yayılabilir (!)... Maddî kuvvetlere gelince —ki bunu çoğunlukla cahiliyet nizamının insanlara hâkimiyeti temsil eder — îslâmın onlara saldırması olacak şey değil Ancak onlar saldırınca İslâm kedisini savunmak için harekete geçer...

__ Mevcut durumun baskısı ile ruhî ve aklî hezimete uğrayan bu insanlar, âyetleri yumuşatmadan bu durumu halledecek esasları kendi dinlerinin hükümlerinde aramayı arzu etselerdi; hiç şüphesiz ki tekâmül zinciri halinde sıralanan bu hüküm ve tasarruflarda, bugün karşılaşmış olduğumuz durumlara benzer sıkışık ve pratik prensipleri bulurlar ve o zaman şöyle diyebilirlerdi:' Bu gibi hallerde İslâm bu tarzda hareket eder; ancak bu, daimî ve kati bir kaide değildir. O ancak zaruretler karşısında başvurulan hüküm ve tasarruflardan ibarettir.

Zaruret demlerinde uygulanan hüküm ve tasarruf nevilerinden birkaç örnek verelim:

I — Resulullah, Medine ’ye ilk geldiği günlerde, Medine etrafında yaşayan müşrik ve yahudilerle şehri müştereken müdafaa etmek, dostluk ve sulh içinde yaşamak üzere anlaşma yapmıştı. Ancak 
M e d î n e ’de sulta, Resulullah’ın sultası olacaktı. Buna rağmen yahudi ve müşrikler, K u r e y ş ’e karşı M e d i n e ’yi 
Resulullah’la beraber savunacaklar, M e d i n e ’ye yöneltilen her türlü tecavüzü yardımsız bırakacaklar veya Resulullah’ın izni olmadan muharip müşriklerle herhangi bir anlaşma akdine yanaşmıyacaklardı. Ayni zamanda Allah’ü Teâlâ sulha can atanlarla, kendisiyle anlaşma yapmamış olsalarda sulh yapmamasını emretmişti... Ne varki belirttiğimiz gibi bütün bunlar sonradan değişti...

II—Hendek savaşı esnasında müşrikle topluca Medine’ ye taaruz için anlaşıp Benî Kureyza Kabilesi de müslümanlarla olan akitlerini bozunca,-Resulullah müslümanların akıbetinden korktu. Bunun üzerine Peygamber, uyeyne Bin Hısn el-Fezarî ve Gatafan Kabilesinin reisi Haris bin Avf’a Medine mahsulünün üçte birini teklif edip askerlerini geri çekerek Kureyyi yalnız başına bırakmalarını istedi. Şüphesiz Resulullah’ın bu teklifi, akid değil, müdara idi. Allah’ın Resulu, onların bu teklifi kabul ettiklerini görünce, derhal 
S â ad bin Muaz

ve S a i d bin Ubade ile istişare etti. Onlar Peygambere şu cevabı verdiler:

“Ey Allah’ın Resulu; bu, senin için yapmamızı arzu ettiğin bir iş midir, yoksa dinleyip itaat etmemiz için Allah’dan gelen bir emir midir?.. Yoksa sen onu, bizim için mi yapıyorsun?”

Resulullah cevaben;

“Ben bunu sizin için yapıyorum. Çünkü Araplar tek bir okla size atılıyorlar” buyurdu.

0 zaman Saad bin Muaz şu karşılığı verdi:

“Ya Resulallah! Vallahi, onlar gibi biz de şirk koşuyor, putlara ibadet ediyor, Allah’ı tanımıyor ve O’na ibadet etmiyorduk. Onlar bizim sadece mahsulümüze değil, yurdumuza da göz diktiler. Allah bize İslâmî ikram edip onunla bizi hidayete erdirdiği ve seninle aziz ve şerefli kıldığı zaman onlara bütün mallarımızı verdik! Vallahi, artık onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!.. Ta ki Allah, aramızda hükmedinceye kadar”... Resulullah bu söze çok sevindi ve buyurdu ki; “İşte sisler ve işte onlar...” Sonra Uyeyn’e ve Haris 'e dönerek şöyle dedi :

“Gidin! Kılıçtan başka verecek birşeyimiz yok size!..” Resulullah başta, zaruret karşısında bir çıkar yol düşünmüştü; ama bu, hiç bir zaman nihaî bir hüküm değildi.

III — Resulullah, K u r e y ş müşrikleri ile de H u d e y b i y e de sulh akdetti. Bu akdin mühim maddelerini şöyle özetleyelim :

1 — Müslümanlar, M e k k e ’ye doğru yollarına devam etmeyecekler.

2 — On sene müddetle aralarında muharebe yapılmıyacak.

3 — Her iki taraf birbirinden emin olacak.

4 — Müslümanlar bu sene geriye dönecekler, gelecek sene Mekke'ye girebilecekler. M e k k e ’de üç gün kalabilecekler. Bu arada müşrikler de M e k k e ’yi boşaltacaklar.

5 — Müslümanlar M e k k e ’ye süvari ve silahlı olarak gelmiyecekler.

6 — Müslümanlardan müşrikler tarafına kaçan iade edilmiyecek, buna karşılık müşrikler arasından müslümanlar tarafına kaçan olursa iade edilecek...

Yüce Peygamber, zahirde felâket gibi görünen bu şartları, Allah’ın emir ve ilhamı ile kabul etti... Benzer şartlar karşısında her halükarda genişletilebilecek bir örnektir. İslâm kumanda mevki bu örneğin gerisinde gerekli tasarrufları yapabilir.

Bu dinin hareket metodu; daima pratik halleri yine pratik yollarla karşılar. Bu metot hareketli olduğu kadarda elastikidir. Ama metin ve açıktır... Günlük hayatlarında karşılaştıkları her halin çaresini onda arayanlar hükümlerin boynunu eğip bükmeden, te’vil yollarına sapmadan gerekli çareleri bulurlar, yeter ki takva bulunsun. Mühim olan Allah korkusudur. Allah'ın dinini cahiliyetin uğursuz bataklıklarının ortaya çıkardığı şartlara uydurmaya çalışmamak ve Allah'ın dinini böylece savunan pozuna girmemektir. Ruhi hezimete uğramamaktır. İslâm hâkimiyeti elinde bulundurun bir dindir. Bütün ihtiyaçları ve zaruretleri karşılarken o en üstün yerde durur... Hamd olsun Allah’a...

Yüce Allah, Peygamberine; dostluk tekliflerini ve sulha meyledenlerin sulh isteklerinin kabul etmesini emrettiği zaman, tamamen Allah’a dayanıp güvenmesini, onların kalplerinde gizledikleri tuzakları Allah'ın ihata ettiğinden emin olmasını da emrediyordu :

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. O, şüphesiz Semi ’dir, Alim ’dir.”...

Evet, yüce Allah Resulunu, düşmanlarına karşı emniyete almıştır. Onlar ihanet etseler, sulh isteğinin arkasında tecavüz niyetini taşısalar dahi peygamberinin mutmain olmasını istemiş ve şöyle buyurmuştur :

Allah kâfidir; seni korumaya muktedirdir. O, B e d i r ’de seni zaferle teyid etmiş, müminlerin kalplerini sevgi ve kardeşlik esasları üzerine birleştirerek de sana yardım etmişti. Halbuki onların kalpleri ülfet kabul etmeyecek kadar isyan dolu idi. İşte bu kalpleri ancak Hâkim ve Kâdir olan Allah birleştirmiştir:

“Seni aldatmak isterlerse, bilki Allah senden yanadır. Seni yardımıyle ve müminlerle destekleyen O’dur. Müminlerin gönüllerine sevgi koyup, birleştiren de O. Yeryüzünde ne varsa hepsini hacretsen de sen onların gönüllerini birleştiremesdin. Fakat Allah, onların aralarını bulup birleştirdi Çünkü O, Aziz’dir, Hakim ’dir."

Allah sana yeter... O sana kâfidir... Seni ilk zaferle destekleyen O’dur... Allah’a verdikleri sözde sadık kalan müminlere de sana

yardım etmişti. Kalpleri paramparça olduğu, birbirlerine karşı düşmanlıkları açık, kinleri şiddetli olduğu halde onlardan yekvücut bir kuvvet meydana getirmişti. Bu insanlardan maksat, ya; Ensar’dan E v s ve Hazrec kabileleridir. Ki onlar, cahiliyet devrinde, halli mümkün olmayan şiddetli münazaalar, kan dâvaları ve intikam hisleri içinde kaynaşıyorlardı. Yüce Allah, yeryüzünde eşine benzeri görülmeyen bu kardeşlik duygusu bir yana, onların ruhlarını ve kalplerini de birleştiriverdi... Veya bunlardan maksat, cahiliyet devresinde tıpkı A n s a r gibi müşrik ve putperest olan muhacirlerdir... Veyahut da maksat bunların hepsidir. Çünkü o devirde bütün Arap yarımadasının hali bu idi!

Evet, Allah’tan başka hiç kimsenin yapamayacağı, ilâhi akideden başka hiç bir inancın beceremeyeceği bir mucize vuku buldu ve o nefretle dolu olan kalpler, o zıt tabiatlar; kardeşlik ve tevazu ile birbirine sımsıkı sarılan birbirini seven, birbiriyle kaynaşan bîr kitle halinde birleşiverdi... Tarihin emsaline şahit olmadığı âdeta cennet hayatının bariz alâmetlerini taşıdığı yüce bir seviye de, kalpler sımsıcak hislerle kaynaşıverdi:

“Onların gönüllerinde bulunan kinleri çıkardık. Sedirlerde karşılıklı olarak kardeşçe oturanlar.”..

Gerçekten bu akide son derece hayretengizdir... O; kalplerin karmakarışık olduğu zamanlarda dahi, onları sevgi, ülfet ve muhabbet mizacına dönüştürebilen, sertliğini yumuşata bilen, kabalığını inceltebilen ve aralarını ince, derin ve sağlam bağlarla birbirlerine raptedebilen eşsiz bir akidedir!...

Gözün görmesi, elm tutması, azalann anlaşması, kalbin çarpması hep sevgi ve anlayışın, dostluk ve yardımlaşmanın, müsamaha ve yumuşaklığın terennümleridir. Bu kalplerle ülfet ve kaynaşma imkânını bulamayan, bu meselenin inceliğini anlayamaz; onun tadım bilemez!

Bu akide, Allah için sevişmek nidasıyla insanlığı çağırıyor. İhlasın ve Allah’a kavuşmanın nağmelerine kulak vermelerini bekliyor. Şayet icabet ederse, sırrını Allah’tan başka biç kimsenin anlayamayacağı, Allah’tan başka biç kimsenin yapamayacağı bu mucize, onlar için de gerçekleşir...

Allah’ın Resulu buyuruyor;
“İnsanlar arasında Allah’ın öyle kulları var ki, Peygamber ve şehit olmadıkları halde, peygamberler ve şehitler kıyamet gününde onların Allah yanındaki mevkilerinden dolayı onlara gıpta ederler.”

Dediler ki:

“Ya Resulullah kim onlar, bize haber ver?”

Buyurdu ki:

“Onlar aralarındaki akrabalık ve alıp verdikleri mallarla değil, Allah’ın ruhu ile sevişenlerdir. Vallahi onların yüzleri, muhakkak nurdandır ve onlar nûr üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar. İnsanlar mahzun olduğu gün onlar mahzun olmazlar.” (17)
17. Ebû Davud.

Yine buyurdu ki:

“Muhakkak ki müslüman, müslüman kardeşiyle karşılaşıp da onun elini tuttuğu zaman, şiddetli rüzgarlı birgünde kuru bir ağaçtan dökülen yapraklar gibi, günahları dökülür gider. Deniz dalgaları gibi günahları olsa dahi mağfiret olunurlar.” (18)

Bu hususta Resulullah’ın daha birçok hadisleri vardır. Bu konuda Resulullah’ın birbiri ardısıra sıralanan çok hadisleri vardır. Zaten Onun yaptıkları da efendimizin risaletinde bu gerçeğin ne denli köklü tesirler icra ettiğini gösterir. Keza sevgi temelleri üzerine bina ettiği ashabının yaşayışı da bunu ispat eder. Onların arzettiği eşsiz numuneler, sadece ağızda çiğnenen laflardan ibaret değildir. Basit ferdi örneklerdir... Bunlar, Allah’ın izniyle sabit bir esasa istinat eden yüce bir vakıadır. Böyle yüce bir seviyede kalpleri kaynaştırmak, Allah’tan başka hiç bir kimsenin yapamıyacağı bir iştir...


**

Bundan sonra Resulullah’ı ve müminleri itmi’nana kavuşturan âyetler, onları Allah’ın velâyetine emanet eden ifadeler serdediliyor. Allah’ın, Resulullah’ı da, müminleri de korumaya kâfi olduğunu belirten âyetler... Yüce Allah sonra, Peygamberine, müminleri Allah yolunda savaşa teşvik etmesini emrediyor. Bir müslümanın, bildiğini bilmeyen on kişiye, en kötü şartlarda da asgari iki kişiye kâfi geleceğini beyan ediyor :

17. Ebû Davud.

18. Taberani.

YETER SİZE ALLAH

64 — Ey peygamber, sana da, müminlerden senin izince gidenlere de Allah yeter.

65 — Ey peygamber, mü’minleri harbe teşvik et Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener. Çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur.

66 — Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener. Sizin bin kişiniz, Allah’ın izniyle, ikibin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.

Müfekkire birden duraklayıveriyor. Takibi ve döndürülmesi mümkün olmayan aziz ve kuvvet sahibi Allah’ın kuvvetini kavramaya çalışıyor. Ve karşıda aciz, gülünç ve basit güçler — Allah’ın emirlerine kulaklarını kapayan güçler — yer alıyor. Birde bakıyorsunuz ki bölükler parıldıyor. Halbuki mesafe çok uzaktır... ve yine bakıyorsunuz ki neticesi kesinleşmiş savaş başlıyor. Sonuç önceden biliniyor. Akibet kararlaştırılmış bile... İşte bütün bunları Allah'ın şu kelâmı ihtiva ediyor:

“Ey peygamber, sana da, müminlerden senin izine gidenlere de Allah yeter.”

Bundan dolayıdır ki, müminleri Allah yolunda savaşmaya teşvik emri veriliyor. Artık herkes hazırdır... Her kalp hazır, her adale hazırdır... Damarlardaki kan bile tutuşmuştur... Kalpler itmi’nan, emniyet ve güvenle dolmuştur :

“Ey peygamber, müminleri harbe teşvik et.”...

Onları teşvik et!.. Çünkü karşılarındakiler, hem kendilerinin hem de Allah’ın düşmanıdırlar. Her ne kadar sayıca az da olsalar, düşmanları onlardan kat kat fazla da olsa ve Allah’ın düşmanları tarafından kuşatılsalar dahi:

“Çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur.”...

Bu farklılığın sebebi, çok enteresan, fakat doğru ve derin bir gerçeğe dayanır:

“Çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur”...

Dış görünüşü itibariyle galibiyetle bilgi arasında nasıl bir ilgi olabilir?.. Evet var... Hem de güçlü ve gerçek manada bir ilgi... Aslında inanmış topluluğun mümtaz vasfı yolunu ve takibettiği metodu gayet iyi bilip, kendi varlığının ve hedefinin mahiyetini iyice kavramış olmaktır... Mümin kitle ülûhiyetin ve kulluğun hakikatini çok iyi bilir... Ve kabul eder ki ülûhiyetin mutlaka tek ve üstün olması gerekir ve ülûhiyet makamına kulluk edilmesi icabeder... Bilir ki kendileri, Allah’ın lütfü ile hidayete ermişler ve insanları kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah'a kulluğa erişmek için Allah'ın izniyle yeryüzüne gönderilmişler. Allahın halifesi olarak dünyaya gelmişler... Şahsî üstünlük ve şöhret için değil, Allah'ın kelimesini yüceltmek, Allah yolunda cihad etmek, arzı hak nizamla mamur etmek, insanlar arasında adâletle hükmetmek ve yeryüzünü adaletin hâkim olduğu Allah'ın memleketi haline getirmek için dünyayı şereflendirmişler... Bütün bunlar, müminlerin kalplerine nûru, emniyeti, kuvveti ve yakini yerleştiren anlayış pırıltılarıdır. Bu anlayış, müslümanı, kat kat üstün kuvvetlere karşı dahi neticeden emin olarak Allah yolunda cihad etmeye sevkeder. Çünkü düşmanları; “anlamıyan bir millettir.” Kalpleri kapalıdır... Basiretleri sönmüştür... Zahirde üstün görünse dahi kuvvetleri âciz ve zayıftır... Çünkü o, en büyük kaynaktan ayrılan, başıboş bir kuvvettir!..

Bu nispet... On kişiye bir kişi... Anlamayan kâfirlerle anlayan müslümanlar arasındaki kuvvet ölçüsünün aslı budur işte! Hatta müslümana iki kâfir :

“Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişyi yener. Sizin bin kişiniz, Allah’ın izniyle iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.”...

Bazı fukaha ve müfessirler, buradan şu manayı çıkarırlar :

Bu âyet, müslümanlar kuvvetli oldukları zaman 10 misli düşmandan, zayıf oldukları zaman da 2 misli düşmandan kaçmamalarını emretmektedir... Bu hususta birçok fer’î ihtilaflar vardır ki, biz o münakaşalara girmek istemiyoruz. Bize göre tercihe şayan olan şudur: Bu âyetler, hak olan Allah’ın terazisinde düşmana karşı müslümanların kuvvetinin hakikî takdirini ve gerçek ölçüsünü ifade etmektedir. Aynı zamanda müminleri bu şekilde tavsif ederek kalplerini emniyete kavuşturmakta ve onların sebatla ayakta durmalarını temin etmektedir.

Bize göre bu âyet teşrii bir hüküm değildir. Ne kastettiğini en iyi Allah bilir...

ESİRLERE YAPILACAK MUAMELE

Savaşa teşvik âyetinden sonra, Bedir esirlerine Resulullah’ın ve müslümanların nasıl davrandıklarını izah etmek münasebetiyle mevzu esirlere ait hükmün beyanına .onlara imanı sevdirmeye, savaştaki hüsralarına ve şimdiye kadar kaybettiklerine bedel olarak güzel bir mükâfata nail olmaları için onları İslâma ısındırmaya intikal ettiriliyor:
67 — Yeryüzünde savaşırken, galibiyeti sağlamadıkça esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah Aziz ’dir, Hakim ’dir.

68 — Allah’dan daha önceden bir hüküm gelmiş olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi.

69 — Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yeyin; Allah’dan korkun, doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim 'dir.

70 — Ey peygamber, esirlerden elinizde bulunanlara de ki: “Allah kalblerinizde bir iyilik bulursa, size sizden alınanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.”

71 — Eğer sana hainlik etmek isterlerse onlar daha evvel Allah’a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah Alim ’dir, Hakim ’dir.

İbni İshak, savaşı hikâye ederek diyor ki :

“Resulullah, çardak altında iken ve Sa’d ibni Mu az da Resulullah’ın bulunduğu çardağın önünde düşman tecavüzünden Resulullah’ı korumak için ensardan bir gurup insanla beraber kılıcına sarılarak nöbet beklerken, millet esir almakla meşguldü. Resulullah, onların yaptıklarından dolayı S a ’ d ’ ı n yüzünü ekşittiğini görünce ona şöyle dedi :

“Vallahi ya Sa’d, bu milletin yaptığını kerih görür gibisin.”

Sa’d cevaben dedi ki:

“Evet, vallahi ya Resulullah bu; Allah'ın müşriklerle vukua getirdiği ilk olaydır, öldürmek hususunda ileri gitmek, bana bu adamları sağ bırakmaktan daha hoş geliyor!”
lmam-ı Ahned, ibni Abbas tarikiyle Hz. Ömer’ in şöyle dediğini rivâyet eder:

"Ogün iki ordu karşılaşınca, Allah müşrikleri hezimete uğrattı. Müşriklerden 70 kişi öldürüldü, 70 kişi de esir alındı.**

Resulullah, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali ile esirlere yapılacak muamele hususunda istişarede bulundu. Hz. Ebu Bekir dedi ki:

"Ya Resulullah; şu insanlar amca, akraba «e kardeş çocuklarıdır. Ben, onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Onlardan alınan bu fidye, bizim için kâfirler aleyhine bir kuvvet unsuru olur. Umulur ki bir gün Allah onlara da hidayet verir ve bize yardımcı olurlar.”

Hz. Peygamber buyurdu ki;

“Sen ne düşünüyorsun, ey Hattabın oğlu?”

Hz. Ömer cevaben şöyle dedi:

“Vallahi, ben Ebu Bekir’in fikrinde değilim. Fakat bana, falancanın (Hz. Ömer’in akrabası) boynunu vurmak üzere müsade etmeni, Ali’ye Akil-ibni Ebi T a 1 i b 'in; H a m z a ’ya, kardeşin falanın boynunu vurmasına izin vermenizi münasip görüyorum. Ta ki Allah; müşriklere, onların önderlerine ve kurmaylarına karşı kalbimizde müsamaha* ve yumuşaklığın bulunmadığını bilsin!..”

Resulullah, benim fikrimi beğenmedi. Hz. Ebu Bekir'in fikrini beğendi ve esirlerden fidye aldı... Ertesi gün Resulullah'ın yanına gittim, baktım ki Ebu be k i r le beraber ağlaşıyorlar. Dedim ki:

“Seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Ağlamak lazımsa ben de ağlayayım. Değilse sizin ağlamanıza sebep ne?”

Resulullah şu şevabı verdi:

“Fidye aldıkları için arkadaşlarına arzolunan şeyden dolayı ağlıyorum. Size gelecek azabın (yanındaki bir ağacı işaret ederek) bu ağaçtan daha yakın olduğu bana arzolundu ve yüce Allah şu ayeti inzal buyurdu:

“Yer yüzünde savaşırken Ganimetleri temiz ve helâl olarak yeyin"

Böylelikle ganimetleri onlara helâl kıldı.

(ikrime bin Amr el Yem an i tarikiyle İbni Mürdeveyh, lbni Cerir, Tirmizi, Ebu Davud ve Müslim rivâyet etmişlerdir)

imam-ı A h m e d dedi ki: Bize, H a m i d ’den naklen Ali bin 
H a ş i m , Enes Radiyellahü anhin şöyle dediğini rivâyet etti:

"Bedir günü Resulullah esirler hakkında iştişare etti ve şöyle buyurdu:

"Şüphesiz Allah, sizi onlara karşı imkân sahibi kılmıştır.’’

Hz. Ömer kalktı ve şöyle dedi:

“Ya Resulullah; Onların boyunlarını vur!”

Resulullah Ömer ’den yüz çevirdi ve tekrar şöyle buyurdu : “Ey insanlar; şüphesiz Allah, onlara karşı size imkân vermiştir. Ancak onlar, dün sizin kardeşleriniz idiler.”

Hz. Ömer tekrar kalktı ve şöyle dedi “Ya Resulullah; Onların boyunlarını vur!”

Resulullah yine Ömer’den yüz çevirdi ve aynı sözleri tekrar etti. O zaman Hz. Ebu Bekir kalkıp şöyle dedi:

“Ya Resulullah; görüyoruz ki onları affetmek ve onlardan fidye almak istiyorsunuz.”

Hz. Enes dedi ki:

Bu söz üzerine Resulullah’ın yüzündeki gam, keder ifadeleri dağıldı, onları affetti ve mukabilinde fidye aldı. Bunun üzerine Allah, şu âyeti inzal buyurdu :

“Allah’tan daha önceden bir hüküm gelmiş olmasaydı...” Ameş; Ömer ibni Mürre ’den o da Ebu Ubeyd e ’den, oda Abdullah ’dan naklen şöyle dedi: Bedir günü olunca Resulullah buyurdu ki:

“Esirler hakkında ne diyorsunuz?”

Hz. Ebu Bekir cevaben dedi ki:

“Ya Resulullah; onlar senin kavmin ve ehlindir. Bırakılmaları ve tevbe etmeleri neticesinde belki Allah tövbelerini kabul eder.”

Sonra Hz. Ömer şöyle dedi:

"Ya Resuhıllah; onlar seni yalanladılar, yurdundan çıkardılar. Binaenaleyh vur onların boyunlarını!”

Sonra Abdullah İbni Revaha şöyle dedi:
“Ya Resulullah; sen odunları bol bir vadidesin. Vadiyi ateşle tutuştur sonra onları oraya at!”

Resulullah biç birine cevap vermedi, kalktı ve odasına girdi Bir kısmı da dediler ki; “Resulullah Ebu Bekir'in sözünü uygun buldu”. Diğer bir kısmı da; “ ö m e r 'in sözünü uygun buldu”, öbürleri de; “Abdullah bin Revaha *nın sözünü uygun buldu” dediler. Sonra Resulullah odasından çıktı ve şöyle buyurdu :

“Şüphesiz Allah, bazı inanların kalbini kaymaktan daha yumuşak hale getirir ve muhakkak ki Allah, bazı insanların kalbini de taştan katı hale getirir. Sen, ey Ebu Bekir; “Bana tabiî olan şüphesiz bendendir, bana isyan edene ise muhakkak ki Sen Gafûr ve Rahim ’sin (19) buyuran Hz. İbrahim gibisin. Sen, ya Ebu Bekir; “Şayet onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar da senin kullarındır. Şayet onları mağfiret edersen, muhakkak ki sen A z î z ve Hakim ’sin.” (20) buyuran Hz. İsa gibisin. Sen de ya Ömer; “Ey Rabbimiz onların mallarını mahvet, gönüllerine çık. Çünkü onlar elim azâbı görmeyince inanmazlar.” (21) buyuran Hz. Musa gibisin. Sen, ya Ömer; “Rabbim, yeryüzünde cannlı bir tek kâfir bırakma” (22) buyuran Hz. N û h gibisin. Siz bir muhtaçsınız; fidye vermeden veya boynu vurulmadan, onların hiçbiri ayrılamaz.”

İbni Mes’ud şöyle der : Dedim ki :

“Ya Resulullah, ancak Süheyl İbni Beyda müstesna Çünkü o, İslâmî kabul ediyor.” Resulullah sükut etti. O günde gökten başıma taş yağmasından korktuğum kadar hiçbir günde korkmadım. Nihayet Resulullah; “Evet, Süheyl ibni Beyda müstesna” buyurdu. Sonra âyeti kerîme nazil oldu :

“Yeryüzünde savaşırken...”

(İmam-ı Ahmed, Tirmizî ve Hakim rivayet ederler. Hakîmî isnadının sahih olduğunu söyler.

Âyeti kerîmede zikri geçen “ ¿1**1 ” lafzından maksat; öldürmektir. Müşriklerin şevkini kırıp müslümanların şevkini akim kılıncaya kadar öldürmek!..

19. İbrahim: 36.

10. Maide: İZİ.

21. Yunsa: «8.

22. Nuh: 26.

 Peygamber ve müslümanlar, Bedir
esirlerini bırakmadan önce bu hükmü uygulamaları icabederdi. Ancak onlar, fidye mukabili esirleri serbest bıraktılar. Bunun üzerine Allah, onların bu hareketlerini kınadı.

Bedir savaşı, müminlerle müşrikler arasında yapılan ilk muharebe idi. Müşriklerin büyük bir kuvvetine mukabil, müslümanlar az bir kuvvetle savaşa iştirak ediyorlardı. Müşriklerin sayısını azaltmak, onların şevketlerini, azametlerini zillete düşürmek ve tekrar müslümanlara saldırmaktan onları âciz bırakmak gerekiyordu. Bu keyfiyet, ne kadar fakir olsalar dahi alacakları mal ve ganimetin gerçekleştiremeyeceği büyük bir gayeyi tahakkuk ettirecekti.

Burada, ruhlara yerleşmesi, kalplere karargâh kurması arzu edilen başka bir mana da var... Bu, Hz. ö m e r ’in kesinlikle, sarahatle söylediği sözlerde iradesini bulan büyük manadır :

“Ta ki Allah, müşriklere karşı kalplerimizde yumuşaklık bulunmadığını bilsin."
Bu iki baiz sebebten dolayı, öyle sanıyoruz ki; yüce Allah, müslümanların Bedir günü aldıkları esirleri fidye mukabilinde serbest bırakmalarını hoş karşılamamıştır. Bu olaydaki özellikten dolayıdır ki Yüce Allah, Kelâmı dâhisinde şu ifadeyi kullanıyor :

“Yeryüzünde savaşırken galibiyeti sağlamadıkça esir almak bir peygambere yakışmaz."
Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı Kerim, ilk savaşta aldıkları esirleri fidye mukabilinde serbest bırakan müslümanlara tarizde bulunuyor :

“Geçici dünya malını istiyorsunuz»...

Yani, onları öldürmeye mukabil olarak esir aldınız. Fakat sonradan fidye alarak onları serbest bıraktınız!

“Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister”—

Halbuki Allah’ın istediğini müslümanlar da istemeliydiler. Çünkü o, çok daha hayırlı ve çok daha devamlıdır. Zaten ahiret dünyevi menfaatlerden uzak kalmayı gerektirir.

“Allah, Aziz’dir Hakim'dir."

O size zaferi takdir etti. Kâfirlerin kökünü kesmek gibi bir hikmete mebni olarak size zafer elde edecek bir kudret ihsan etti. İlâhi hikmetinin gereği olarak:
“Hakkı gerçekleştirmek, bâtılı yok etmek... Mücrimler hoş görmese dahi..” (23)

“Allah’tan daha önceden bir hüküm gelmiş olmasaydı, aldıklarınızdan ötürii size büyük bir azâb erişirdi”...

Bedir ehlinin yaptıklarını mağfiret edeceğine dair Allah’ın hükmü ve takdiri vardır. Binaenaleyh esirleri fidye mukabili serbest bırakmaları sebebiyle büyük bir azaba düçar olmaktan, onları, bu ilâhı hüküm ve takdirini varlığı kurtarmıştır.

Sonrada Allah onlara karşı fazlû ihsanını artırmış ve harb ganimetlerini o helâl kılmıştır. Tenkit ve azara uğradıkları bu fidyede ganimetler meyanındadır. Halbuki kendilerinden önceki peygamberlerin tabilerine dinen ganimet almaları haram kılınmıştı. Bunun yanı sırada Allah korkusunu, Allah’ın rahmet ve mağfiretini hatırlatıyor ki Rabbine karşı olan duyguları arasında denge sağlansın. Böylece onları mağfiret ve rahmetten dolayı şımarıklıktan koruyor ve takvayı, çekingenliği ve Allah korkusunu unutmamalarını belirtiyor:

“Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yeyin; Allah’tan korkun, doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir”...

Sonra esirlerin kalplerine dokunuyor. Orada bir ümit ışığı yakıyor, bir arzu uyandırıyor. Geçmişten daha hayırlı bir geleceğe, içinde bulundukları hayattan daha mükerrem bir hayata, mal ve diyar kaybından daha kârlı bir kazanca kalplerini bağlayıveriyor. Bütün bunlara da Allah'ın engin rahmet ve mağfiretini hatırlatıyor :

“Ey peygamber, esirlerden elinizde bulunanlara de ki: “Allah kalblerinizde bir iyilik bulursa size sizden alınanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.”...

Bütün bu hayırlar; onların, kalplerini ıslah ederek oraya iman nûrunun dolmasına açık bırakmalarına bağlıdır. Yüce Allah biliyor ki, bu, hayırdır... Ve bu hayrın adı, imandır! imanın her zerresi hayırdır. Hayır sadece isimden ibaret olmaz. Ondan istimdad edilmesi, ona dayanılması ve ondan güç - kuvvet alınması gerekir.

İslâm; kalplerine hayır, ümit ve İslah hâzinesini akıtmak, hidayete icabet cihazlarıyla fıtratlarını uyandırmak için esirleri elinde tutar... Yoksa Roma ’lıların ve çeşitli milletlerin fütuhatında görüldüğü gibi intikâm alarak onları zillete mahkum etmek, sömürerek kanlarını emmek için esir almaz insanları!..


Z ü h r i ’nin bir cemaatten naklettiğine göre :

Kureyş, esir askerlerini fidye mukabili kurtarmak için adamlar gönderdi. Her kabile kendi esirlerini, fidye vererek kurtardı. 
Abbas dedi ki:

—■ "Ya Resulullah; ben müslümandım”

— Resulullah cevaben şöyle buyurdu :

"Senin müslümanlığmı Allah daha iyi bilir. Şayet dediğin gibi isen, şüphesiz Allah, hakettiğin mükâfatı verecektir. Fakat dış görünüşün bize karşı idi. Kendini, kardeşinin oğulları Nevfel bin Haris bin 
A b d u t m u tt a 1 i p ile Akil bin ebu Talip bin Abdulmuttalib’ive arkadaşın Haris i b n i F i h r i n kardeşi Utbe bin Amr’i fidye vererek kurtar!”

Abbas cevaben;

“Benim neyim var ki, ya Resulullah” dedi.

Resulullah cevaben şöyle buyurdu :

"Ümmü Fadlle beraber gömdüğün mal nerede? Hani O’na demiştin ki; Şayet bu seferinde başıma bir hâl gelirse, gömdüğüm bu mal, Abdullah, Kasem ve Fadl’ın çocuklannındır.”

A b b a s dedi ki :

“Vallahi ya Resulullah, katiyetle anladım ki sen, Allah’ın Resulüsün. Bu, Ümmü Fadl ile benden başkasının bilmediği bir şeydi Ya Resulallah yanımda 20 ukiyye mal var. Bundan bana düşeni hesaplayın.”

Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:

“Hayır! O, Allah'ın bize lütfettiği bir şeydir.”

Bunun üzerine kendini, kardeşlerinin oğullarını ve arkadaşını fidye vererek kurtardı. Ve Allah bu âyeti inzal buyurdu :

“Ey peygamber, esirlerden elinizde bulunanlara de ki; Allah kalblerinizde bir iyilik bulursa size sizde bulunanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.”

Hz. Abbas dedi ki:

"Allah bana yirmi ukiyye mala mukabil, Islâma girinci 20 köle
verdi. Ve hepsinin elinde de hatırı sayılır mal vardı. Bununla beraber ben, Aziz ve Çelil olan Allah’ın mağfiretini dilemekteyim.” Yüce Allah, esirlerin gönüllerine parlak ve rahmet dolu ümit kapısını açtığı zaman, onları peygambere hiyanet etmekten de sakındırmıştı. Nitekim onlar daha önce Allah’a karşı hıyanette bulunmuşlar ve değişmez akıbete müstahak olmuşlardı.
“Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar daha evvel Allah’a da hainlik etmişlerdide Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah Alimdir, H a k i m ’dir.”...

Başkalarını Allah’a ortak koşmakla, O’nun yüce ülûhiyetini kabul etmemekle Allah’a ihanet etmişlerdi. Hem de yaratıldıkları zaman ahd alındığı halde, ahitlerine de ihanet etmişlerdi. Şayet elinde esir bulundukları Resulullaha da ihanet etmek isterlerse, kendilerini esir düşüren, Resulullah’a ve dostlarına zafer ihsan eden Allah’a karşı ilk ihanetlerinin akibetini hatırlasınlar... Allah, onların gizlediklerini bilir ve onlara ceza vermek hususunda da hikmet sahibidir :
“Allah, Alimdir, H a k i m’dir”...

Kurtubi, tefsirinde; İbni Arabi ’nin şu sözlerini nakleder : “Müşrikler, esir alındıkları zaman, içlerinden bir kısmı müslümanlıktan bahseder oldular. Fakat bu hususta bir azimet göstermedikleri gibi kati bir itirafta da bulunmadılar. Onların, bir taraftan müslümanlara yaklaşmak, diğer taraftan da müşriklerden uzaklaşmamak gibi bir durumları vardı. Alimlerimiz der ki ;

_ Kâfir, kalbi ve lisanıyla imandan bahsettiği, fakat bu hususta katiyyet göstermediği takdirde mümin olamaz. Müminler arasındi buna benzer birisi "Bulunursa, kâfir olur. Ancak bu, kovmayâ muktedir— olamadığı bir vesveseden ibaret ise o zaman kâfir olmaz. Çünkü Allah, bunlardan kulunu affetmiş ve suçunu bağışlamıştır. Yüce Allah, şu kelâmı ile hakikati Resulüne açıklamıştır :
“Eğer sana hainlik etmek isterlerse”.»
Yani, onların bu sözü hile ve ihanet ise de, kâfretmeleri, sana tuzaklar hazırlamaları ve seninle savaşmaları sebebiyle:

“Allah’a da hainlik etmişlerdir”...

Onların bu sözü gerçekten hayır olduğu takdirde Allah onlardan bunu kabul eder ve kendilerinden alınan şeye mukabil onları hayır la mükâfatlandırır. Geçmişteki küfürlerini, ihanetlerini ve hilelerini bağışlar.

AKİDE BAĞI

Ve nihayet bu bahisle beraber Enfâl Sûresi de bitiyor. Bu son kısımda İslâm cemiyetindeki İçtimaî ve alâkanın, İslâm cemiyeti ile diğer cemiyetler arasındaki münasebetlerin her iki alâka hakkında tanzim edilen hükümlerin beyanı serdediliyor...

Bu alâka, ne sadece kan bağıdır, ne de sadece yer, cins, tarih, lisan ve iktisat bağından ibarettir... Bir akrabalık bağı da değildir... Millî ve ırkî bir bağ da değildir... İktisadî maslahatlardan ibaret de değildir... Bu bağ ne vatandaşlık, ne milliyet ne de İktisadî menfaatlar bağıdır. İman eden ve hicret yurdu Medine’ye göç edenler; bu uğurda kendilerini bağlayan her şeyden; araziden, vatandan, milletten... Hülasa her şeyden feragat edenler... Ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler... Muhacirlere kucaklarını açanlar... Onlara yardım edenler... O biricik faal ve uyanık cemiyetin önderliğini kabul edenler... İşte onlar, birbirlerinin dostudurlar!.. İman ettikleri halde hicret etmiyenlerle, müslüman cemiyeti arasında dostluk rabıtası yoktur. Çünkü onlar, akide için fedakârlık yapmadılar!.. İslâmın kumandası altına girmediler... O aksiyoner cemiyetin prensiplerine sarılmadılar!...

Bu İslâm cemiyetinin hudutları dahilinde kan yakınlığına elbetteki itibar edilir. Miras ve diğer hususlarda kan yakınlığına Islâmiyette yer verilmiştir...

Küfredenlere gelince, onlar da birbirinin dostudurlar. Şu kesin âyetlerin de tasvir ettiği gibi insanlar arasındaki irtibat ve alâkanın başlıca esasları, akideye dayanır :

72 — İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavm aleyhinde değil. Allah işlediklerinizi hakkiyle görücüdür.
73 — Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.

74 — İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.

75 — Henüz iman edip de hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlara gelince: Onlar da sîzdendir. Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.

İslâm cemiyetinin kuruluşundan Bedir Savaşı’na kadar müslümanlar arasında kan, nesep ve akrabalık bağları yerine sadece diyette varis olmak, birbirlerinin yardımına koşmak ve bir nevi kardeşlik bağları vardı. Nihayet İslâm devleti vücut buldu ve Allah onlara, hak ile bâtılın ayrıldığı Bedir gününde diğer dostluk ve yardım unsurlarını tamamlama imkânı verdi. İslâm cemiyeti dahilinde diyetlerde dayanışma ve mirası, kan akrabalığına bağladı.

Âyeti kerîmenin işaret ettiği ve bu dostluğun şartı olarak kabul ettiği hicrete gelince; bu, gücü yetenlerin şirk diyarından islam yurduna göçmeleridir. Hicret etme imkânına sahip olduklan halde, menfaatini veya müşriklerle olan akrabalığını düşünerek hicret etmeyenler... Onlarla İslâm cemiyeti arasında asla dostluk olamaz!.. Keza müslüman oldukları halde buna benzer sebeplerle hicret etmeyen diğer Arap kabileleri ile hicrete muktedir olduğu halde Mekke’de kalan bazı şahısların da İslâm cemiyeti ile dostlukları düşünülemez. Ancak Allah, bu her iki guruba yardım etmeyi, müslümanlara vacip kılmıştır. Bilhassa din hususunda kendilerinden yardım istendiğinde... Şu kadar varki, İslâm devletiyle muahedesi bulunan bir topluluğun tecavüzü karşısında kalıp Islâm devletinden yardım istedikleri takdirde muahedeye sadık kalınarak yardım reddedilir.

Bize öyle geliyor ki, bu âyet ve hükümler; İslâm toplumunun tabiatına ve onu meydana getiren unsurların kıymet ölçülerine kâfi bir delil teşkil etmektedir. Bu delilleri fa»n» bir açıklığa kavuşturmak için bu toplumun bidayetini tarih seyrine göre açıklamak, doğuşunu incelemek ve sahip olduğu prensipleri gözden geçirmek lâzımdır.

İSLÂM DÂVASININ TABİATI

Şüphesiz İslâm daveti; yüce peygamberler kervanının önderliği ile Hz. Muhammed’e kadar devam eden uzun davet silsilesinin son halkasını temsil eder. Bütün insanlık tarihi boyunca devam eden bu davet, bir tek gayeyi hedef almıştı:

İnsanlara yegâne İlahlarını ve gerçek Rablermi tanıtmak; onları mahluka ibadetten kurtarıp bir tek yaratıcıya ibadete bağlamak.

Fakat insanlar arasında mahdut fertler halinde zaman zaman Allah’ı inkâr edenler hariç, diğer çoğunluk O’nun varlığını kabul ediyorlar ama hakkiyle bilmekte hataya düşüyorlar ve Allah’a başka ilahları ortak koşuyorlar. Bu şirk; ister itikat ve ibadet sûretinde olsun; ister hâkimiyet ve tabiiyet şeklinde olsun, her ikisi de şirktir... Her ikisi de insanları Allah’ın dininden çıkarır. O Allah'ın dini ki; insanlar onu, her yeni gelen peygamberin şahsında öğrenip tanımışlar, sonra aradan zaman geçince inkâr etmişler, peygamberler tarafından kurtarılmış oldukları cahiliyet hayatına yeniden yuvarlanmışlar ve tekrar Allah’a sahte ilahları ortak koşmaya başlamışlardı... Ya itikat ve ibadette, ya hâkimiyet ve tabii olmakta veya bunların her ikisinde...

Bütün insanlık tarihi boyunca devam eden Allah’a davetin yolu budur... Baştan sona kadar bu davet, “İslâmî” gaye edinmiştir... Kulları kullara ibadetten kurtarmak, onları kullara ibadetten uzaklaştırıp sadece Allah’a ibadete ulaştırma... İnsanların hâkimiyet ve sultasından, değer verdikleri, şeyhlerden, bağlanıp kaldıkları âdetlerinden kurtarıp hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyetine ulaştırmak... İşte İslâm, daha önceki ulu peygamberlere geldiği gibi Hz. Muhammed’e de bunun için geldi: İnsanoğlunu ihtiva eden kâinat nasıl Allah’a bağlı ise beşeriyeti de Allah'ın hâkimiyetine bağlamak için gelmiştir, öyleyse bütün kâinata nizam ve intizam veren güç, insanların hayatına da nizam ve intizam verme hakkına sahiptir. Bütün kâinatı yöneten eşsiz bir nizam, hikmet dolu bir tedbir ve yüce bir kudretten gayri herhangi bir nizam, tedbir veya kudret onları bağlayamaz. Bilakis o ilâh! kudret, insanların arzularına bağlı kalmadan onların hayat ve varlıklarında tasarruf sahibidir, insanlar, fıtri kanunlara mahkumdurlar. İnsanların meydana gelmelerinde, gelişmelerinde, sıhhat ve hastalık hallerinde, hayat ve menfaatlarında
geçerli olan o kanunu Yüce Allah koymuştur. Keza insanlar içtimai hayatlarında ve ihtiyari davranışlarının sonunda başlarına gelen şeylerde de bu kanunlara mahkumdurlar. Bütün bunlara dair, Allah'ın kendileri için koymuş olduğu İlâhi kanunu değiştirmek kudretine sahip değildirler...

Nitekim onlarda, kâinata hükmeden İlâhi kanunları değiştirmek gücü de yoktur... Bundan dolayıdır ki insanların, kendi iradesiyle İslâma sarılmaları icabeder. Hayatlarının iradi cepheleri ile fıtri cephelerini birleştirip varlıklarının bu iki cephesi ile kâinat varlığını kaynaştırarak, bütün hayat problemleri karşısında Allah'ın şeriatini .hâkim kılmaları gerekir. (24)

Fakat insanın insana hâkimiyeti esasına dayanan ve böylece kâinat varlığından ayni an ve insan hayatının fıtri cephesi ile iradi cephesini birbirine zıt cahiliyete gelince... Sadece Allah'a teslim olmak davetini getiren her peygamberin karşısına dikilen o değil mi? Son peygamberin karşısına da o çıkmadı mı? öyleyse bu cahiliyet, sadece “nazariye” den ibaret değildir. Hatta çok kere, mutlak manada onun “nazariyatı” bile yoktur! O ancak, hareketli bir toplumda ifadesini bulur. Bu toplumun önderliğine, düşüncelerine, kıymetlerine, anlayışlarına, duygularına âdet ve geleneklerine peşinen boyun eğer. Bu toplumun fertleri arasındaki o uzvi yardımlaşma, o yapıcılık, o dostluk, o tekâmül ve insicam, ancak uzvi bir beraberliği ifade eder. Bu beraberlik, şuurlu veya şuursuz olarak o cemiyeti devamlı hareket ettirir; onu, kendi bünyesini korumaya, varlığını müdafaa etmeye, bu bünye ve varlığı tahdit eden tehlike unsurlarını bertaraf etmeye sevkeder.

Bundan dolayıdır ki cahiliyet, sadece “nazariye” lerle temayüz etmez. Yukarda da söylendiği gibi ancak hareket halinde olan bir cemiyette kendisini göstermek imkânını bulur, öyleyse sadece “nazariye” ile cahiliyeti yok etmek ve insanları tekrar Allah’a kavuşturmak düşüncesi asla doğru bir yol değildir. Çünkü o zaman fiilen yürürlükte olan ve hareketli bir toplumda kendini gösteren cahiliyetin karşısına, denk bir kuvvetle çıkılmamış olur. Halbuki bu denklik bir tarafa, onun bilfiil yürürlükte olan varlığını yok etmek ve tabiatında,
prensiplerinde, hayat görüşünde, külli ve cüzi her meselede ona tamamen aykırı düşen başka bir nizamın varlığını onun yerine ikâme etmek için ondan daha üstün bir kuvvetin gerçekleştirilmesi matlûptur. Hatta bu gayretin; nazari ve ameli kaidelerde, münasebetlerde, alâka ve irtibatta, fiilen cari olan cahiliyet cemiyetinden daha kuvvetli ve daha hareketli bir cemiyette temsil edilmesinde zaruret vardır.

Bütün beşer tarihi boyunca, Islâmın esas dayanağı olan nazari kaide, “Allah’tan başka ilâh yoktur!” kaidesidir. Yani ülûhiyeti, yaratıcılığı, Rablığı, saltanat ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etmek kaidesi... Bu kaide; gönülde inanç, duygu ve hareketlerde ibadet, hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek; böyle mütekâmil bir şekilde olmadıkça ne fiilen onun varlığı düşünülür, ne de şer’an mevcudiyeti kabul edilir... Ancak bu mütekâmil anlayış, ona ciddi ve yeni bir varlık izafe eder ve insanın -müslim veya gayri müslim diye isimlendirilmesinin mihenk taşı olur.

Nazari yönden bu kaidenin tatbiki ise; beşer hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her meselesinde Allah’m hükmüne müracaat ederek ona tabii olur ve Allah'ın hükmünü kendi görüşlerine tercih eder. Beşerin bilmesi lazımdır ki, Allah’ın hükmünü kendilerine ulaştıran yegâne kaynak Resulullah’dır. Bu ise, Islâmın ilk şartı olan kelime-i şahadetin ikinci rüknünü teşkil eder:

“Şüphesiz Muhammed Allah’ın Resulüdür.”

İşte, îslâmın dayandığı ve temsil ettiği nazari kaide bundan ibarettir. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman ortaya en mütekâmil bir nizam çıkar. Müslümanın karşılaşacağı bu hayati meseleler ister şahsi, ister topluma ait olsun; ister İslâm diyarın' da veya haricinde olsun; ister kendisiyle müslümanlar arasında veya gayri müslimlerle olsun netice değişmez. (25)
25. «Yaldaki İşaretler adlı eserimizin «La ilahe illallah) bahsine bakınız.
Fakat — daha önce de söylediğimiz gibi — İslâm, temsil ettiği nazari inanç ve bu inancın yanında yapılan ibadetten ibaret değildir. İslâmî sadece inanç ve ibadet kabul edip bir yandan ibadetini yaparken diğer taraftan fiilen mevcut olan cahiliyet toplumunun faal bir  üyesi şeklinde çalışmayı bir arada bağdaştırmak mümkün değildir.  Böyle yapan müslümanların adedi ne kadar çok olursa olsun Islâmın  fiili mevcudiyetini devam ettirmekte hiçbir faydaları olamaz. Çünkü nazariyatta müslüman olup yaşayışında cahiliyet cemiyetinin üyesi bulunanlar bu cemiyetin arzularını yerine getirmek mecburiyetindedir. Şuurlu veya şuursuz, istekli veya isteksiz, bu cemiyetin yaşamasını sağlayan şartları yerine getirmeye çalışırlar. Bu toplumu müdafaa ederler, onu tehdid eden her unsurun karşısına dikilip mücadele ederler. Zira, üyesi bulunduktan toplumun gelişip yaşaması yolunda çalışmak, istese de istemese de her üyenin vazifesidir. Yani, nazariyat itibariyle müslüman olanlar, nazari yönden cahiliyet topluna onun izalesini isterler ama fiilen onun kuvvetlenmesine yardımcı olurlar. Onun devam edip yaşaması için canlı bir unsur olmayı vazife edinirler. Asıl vazifeleri gerçek İslâm toplumunu tahakkuk ettirmek olduğu halde, bütün güç, tecrübe ve enerjilerini cahiliyet toplununum yaşayıp kuvvetlenmesi yolunda harcarlar!"

İşte bundan dolayıdır ki; herşeyden önce, cahiliyet toplumunun dışında, temelini Islâm nazariyesi olan tevhid akidesinin teşkil ettiği yeni ve faal bir toplumun kurulması zarureti vardır. Bu yeni, müstakil ve faal cemiyetin hedefi şüphesiz ki cahiliyeti ortadan kaldırmak olacaktır. Bu hedef Islâmın hedefidir. Teşekkül eden bu yeni cemiyet Hz. Peygamberde ilk şahsiyetini bulan bir mihverin etrafında döner. Resulullah’dan sonra da hangi önder insanlar İslâmi ölçüler içinde Allah'ın ülûhiyetine, rububiyetine, O’nun şeriat, hâkimiyet ve prensiplerine doğru götürürse bu toplumun mihveri sayılır. Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna iman eden herkes bu mihver sayesinde cahiliyet toplumuyla arasındaki bütün bağları koparmış olur. Şahsın cahiliyetle irtibatını sağlayan bu bağlar; İster dinle ilgili olarak, kâhinlerin, sihirbazların, müneccimlerin veya benzerlerinin eliyle kurulmuş olsun; isterse Kureyşlilerde olduğu gibi siyasî, İçtimaî ve İktisadî şartların meydana getirdiği bağlar olsun tamamen'kopup dağılmağa mahkumdur. Bu bağlardan kurtulan müslüman fertler ve enerjik İslâm toplumu, yepyeni bir şahsiyetle Islâmın rehberliğinde yol almağa başlar. Bir insan, Allah’tan başka ilah olmadığını, Hz. Muhammed’in de O’

nun Resulu olduğunu ikrar edip İslâm dinine girse; müslüman olduğu andan itibaren bu keyfiyetinde tahakkuk etmesi icabeder. Zira İslâm cemiyetinin varlığı ancak bununla temin edilebilir. Yoksa sayıları ne kadar çok olursa olsun, fertlerin kalplerine sokulan mücerret nazari kaidelerle bu cemiyet gerçekleştirilemez... İnsicam ve tesannüt içinde, yardımlaşma esasına dayanan, müstakil bir bünyeye sahip ve mensuplarının her biri, canlı bir varlığın organları halinde onu sıhhatli kılıp geliştiren, varlığına yönelen tehditleri bertaraf etmeğe çalışan ve üzerine düşen vazifeyi bihakkın edâ eden sağlam bir cemiyet katiyen teşekkül edemez. İslâmî varlıklarını genişletmek, sağlamlaştırmak ve kökleştirmek için, cahiliyet toplumunun kumandası dışında, müstakil bir önderliğin kontrolü altında hareketlerine çeki düzenvermedikçe. cahiliyet anlayışının kökten izalesi için çalışıp didinmedikçe, bütünüyle onun karşısına çıkmadıkça İslâmî cemiyetin tahakkuku mümkün olamaz.

İşte İslâm budur... Onun kısa, fakat son derece şumullu nazarî kaidesi işte bu derece mükemmeldir. İslâm cemiyetini cahiliyet cemiyetinden ayıran, onu yüce hedeflere yönelten, ona müstakil bir şahsiyet kazandıran ve onu hareketli bir toplum haline getiren de, yine bu kaidedir. Ancak fiilî varlıktan tamamen ayrı olarak, sadece “nazari” bir şekilde varlığı asla düşünülemez... Islâmın yeni baştan vücut bulması bu şartla, mümkündür. İslama ruh ve hareket veren fertlerin durum ve davranışlarını dikkate almak gerekir. Bilinmelidir ki, hangi zaman ve mekânda olursa olsun, cahiliyet toplununun gölgesi \ altında İslâm toplumunun yeniden vücut bulması mümkün değildir.
Bu yeniden meydana gelişin tabiatini ve onun fıtrî esrarını anladığımız, (Enfâl Sûresi’nin mukaddemesinde beyan ettiğimiz gibi) bu dinin ve onun hareketli nizamının tabiatini idrak ettiğimiz zaman, sûrenin sonunda serdettiğimiz bu âyet ve hükümlerin manalarına da vakıf oluruz. İslâm cemiyetinin tanzimi; onun hicret eden mücahid müminlerle, onlara yardım edenlerle, iman ettiği halde hicret etmeyenlerle ve kâfirlerle olan münasebetleri hakkındaki hükümlerini daha iyi idrak etmiş oluruz... İşte bütün bunlar; İslâm cemiyetinin hareketli unsurlarının neden ibaret olduğunu iyi anlamağa bağlıdır.

Şimdi de bu âyet ve hükümlerin beyanına geçelim :


İSLÂM CEMİYETİ

İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım ~ isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavm aleyhinde değil. Allah işlediklerinizi hakkiyle görücüdür.

Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.

M e k k e 'de kelime-i şahadet getiren her şahıs, gönlünü ailesinden, aşiretinden, kabilesinden ve K u r e y ş 'in şahsında görülen cahiliyet kumandasından çekip kurtarmış, Allah’ın Resulu Hz. Muhammed’e bağlanmış ve iradesini Resulullah’ın önderliğinde meydana gelen o küçük cemiyete teslim etmiş olur. 0 zaman şartlar o derece zordu ki; bütünüyle cahiliyet toplumu, bu yeni doğan cemiyetin tehlikesini bünyesinden atmak, daha vücut bulmadan onu yıkmak, mahvetmek için çalışıyordu.

İşte o zaman Resulullah, bu yeni cemiyeti meydana getiren fertleri birbirine kardeş yaptı. Yani O, yukarda işaret edilen cahiliyet toplumunun parçalanmış fertlerini; kan ve nesep bağı yerine akide bağı ile birbirine bağlanıp cahiliyet hayatının önderliği yerine yeni cemiyetin önderliğine sarılan ve geçmişteki dostluklar yerine bu yeni varlığın dostluğuna gönlünü bağlayan yekpare bir “kitle” vücuda getirdi.

Sonra Allah müslümanlar için, M e d î n e ’yi hicret yurdu haline getirdi. Ancak daha önce; Islâmiyetin rehberliğine mutlak sûretle bağlı kalacaklarına, zorlukta da, kolaylıkta da dinleyip itaat edeceklerine ve Resulullah’ı kendi mallarını, çocuklarını ve hanımlarını korudukları gibi koruyacaklarına dair Medine ’lilerden biat alınmıştı... Medine ’nin hicret yurdu haline gelmesiyle, orada Resulullah’ın önderliğinde bir İslâm devleti vücuda geldi. O zaman Allah’ın Resulu; Muhacirlerle Ensar arasında yukarda zikri geçen kardeşliği tesis etti. Bütün icaplarıyla kan ve nesep bağının yerine kaim olan bir kardeşlik vücuda getirdi.

O kadar ki; gerek ailede ve gerek kabilede kan bağının dayandığı veraset, diyet ve borçların hepsi bu kardeşlikte mevcuttu. İşte Allah’ın bükmü :

“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostudur...”

Yardımda dostluk... Verasette dostluk... Diyetlerde dostluk... Borçlarda dostluk... Hülasa kan ve nesep bağının gerektirdiği her şeyde dostluk...

Sonra bazı insanlar da, akide olarak bu dini kabul ettiler, fakat fiilen İslâm cemiyetine iltihak etmediler. Allah’ın şeriatinin hâkim olduğu, herşeyin İslâm prensipleri dahilinde yürütüldüğü İslâm yurdu Medine’ye hicret etmediler. İslâm, Allah’ın şeriatını yürütecek bir vatana sahip olduğu halde, Mekke’deki sathi kuruluşunu Medine’de tamamlamak imkânına erdiği halde burada, cahiliyet cemiyetinden uzak, enerjik İslâm toplumunu meydana getirmesine rağmen bu topluma katılmadılar.

ƒ■ Gerek M e k k e ’de ve gerek Medine ’nin etrafında öyle inananlar vardı ki, bu akideyi kabul ediyorlar, fakat bu akideye dayanan topluma iltihak etmiyorlar ve onun önderliğini fiilen benimsemiyorlardı. ..

(Bu gün de İslam devleti yok diyenler gibi)

_ Bu insanlar; İslâm cemiyetinin şerefli bir azası olmaya iltifat etmediler. Allah da onların bu cemiyetle olan dostluklarını, — hem de dostluğun her çeşidiyle — yasakladı. Çünkü onlar, fiilen İslâm cemiyetine mensup değildiler. İşte bu insanlar hakkında şu hüküm nazil oldu :

“...İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavm aleyhinde değil...”

Bu hüküm, gayet mantıkîdir ve bu dine, onun hareketli ve realist nizamına gayet uygun düşmektedir. Evet, onlar İslâm cemiyetinin üyesi değildirler. Fakat beri tarafta bir akide beraberliği var... Evet ama, sadece bu beraberlik, onları İslâm cemiyetinin üyeleri haline getirmeye kâfi gelmez. Ancak kendilerine din yönünden tecavüz edilir ve meselâ akideleri tehlikeye maruz kalır da İslâm yurdundaki
müslümanlardan bu hususta yardım isteyecek olurlarsa, o zaman sadece bu hususta onlara yardım etmek müslümanların borcudur. Ancak, bu hareket, müslümanların diğer bir devletle olan anlaşmasını bozmamalıdır. Velev ki bu devlet, din ve akidelerinde o insanlara tecavüz etse dahi!.. Burada asıl olan; İslâm cemiyetinin, kendi maslahatını, faaliyet plânını ve üzerine terettüp eden anlaşmaları korumasıdır... Birinci derecede gözetilmesi lâzım gelen husus budur... Hatta tecavüz; iman ettikleri halde, İslâm cemiyetinde ifadesini bulan bu dine fiilen iltihak etmeyen müminlere yöneltmiş olsa bile, bu hususa yine de riayet etmek gerekir!..

Bu mesele bize; bu dinin, hakiki varlığını temsil eden hareketli bir nizama verdiği ehemmiyeti gösterir.

Bu İlâhi hüküm, şöyle sona eriyor: “Allah işlediklerinizi hakkiyle görücüdür.”

Her yaptığınız iş, O’nun kontrolü altındadır. Her işin içini - dışını, başını - sonunu, sebeplerini ve eserlerini görür.

Nitekim, Islâm cemiyeti, tek bir dostluk esasına dayanan, baştan sona nizam ve intizam tüten, fertleri birbiriyle yardımlaşan ve birbirine dayanan hareketli, enerjik fertlerden müteşekkil bir toplumdur. Cahiliyet toplumu da ayni vasıfları kendine uygun şekilde toplar.

“Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır...”

Böyle olması tabiîdir. Cahiliyet cemiyetinin fertleri münferiden hareket etmez, bir bünyenin azası gibi hareket ederler. Bu cemiyetin azaları, toplumun tabiati icabı daimî bir aksiyon, cemiyetin varlık ve bünyesini korumak için daimî bir hareket halindedir. Bundan dolayıdır ki, onlar da, hükmen birbirinin dostudurlar. Yine bundan dolayıdır ki, İslâm, ancak cahiliyet toplumundan farklı özelliklere sahip olan, hem de en ince, en sağlam ve en kuvvetli derecede bu özellikleri bünyesine sindiren bir cemiyet halinde onların karşısına çıkabilir. Şayet İslâm birbirine dost fertlerden meydana gelen bir cemiyetle onların karşısına çıkamazsa, cahiliyet toplumundan esen fitne rüzgârı, İslâm cemiyetinin fertlerini elbetteki sarsacaktır. Çünkü onlar birbirine bağlı fertler olarak cahiliyet toplumunun karşısına çıkamazlar. Böylece cahiliyetin Islâma galibiyetiyle bütün yeryüzünde fitne baş-gösterir. islâmın mevcudiyetinden sonra Cahiliyetin Islâma galip gelmesi sonunda yeryüzünü umumî bir fitne ve fesat kaplar. 
 Allah’ın ülûhiyeti, kulların ülûhiyetiyle gölgelenip kullar yenibaştan kullara tapmağa başlarlarsa yeryüzüne dehşetli bir anarşi hâkim olur:

“...Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.”

Bundan daha büyük ve daha ağır bir korkutma ve sakındırma ifadesi olamaz!.. Tek bir dostluk ve tek bir önderlik düsturuna, her azasıyla hareketli dir cemiyet esası üzerine kendilerini ikâme etmeyen müslümanlar; Allah’ın huzurunda hayatlarında yüklendikleri mesuliyetten daha büyük  Bir mesuliyetin, yeryüzünde zuhur eden o fitnenin, o büyük fesadın hesabını vereceklerdir!.. -

İlâhî kelâm, akışına devam ediyor ve hakiki imanın ancak şu şekilde olabileceğini söylüyor :

“İman edipte Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek mümin olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır..”

Onlar, gerçekten mümindirler... Bu dinin hakiki varlığını ve hakiki meydana geliş şeklini gösteren ayna işte budur... Sadece nazarî bir kaidenin ilânı veya sadece o kaidenin kabulü veya hatta ondaki \ ibadetleri yerine getirmek ile dahi bu dâva gerçekleşmez. Bu din, hayat nizamıdır. Fiîli varlığını ancak hareketli bir toplumda gösterir... Onun inanç şeklinde devam eden varlığı; sadece hükmî bir varlıktan ibarettir; O, gerçek ve hareketli şekliyle kendisini göstermedikçe hakkiyle var olamaz... ~ ' ~~

işte bu, gerçekten inanan insanlar... Onlar için İlâhî mağfiretler ve bol rızıklar vardır... Burada rızık; cihad, infak, yardım ve diğer mükellefiyetler münasebetiyle zikredilmektedir... Bunların en üstünde İlâhî mağfiret vardır ki, o da sonsuz ikramlardandır. İkramların en makbulüdür.

Ayeti kerîme bu hususu müteakip, bilahare hicret ve cihad edenleri; her ne kadar aralarında derece farkı var ise de, önceki mücahid, muhacirlerden sayıyor. Ancak bu dostluk İslâm cemiyetinin birer
üyesi olmak yönündendir:

“Henüz iman edip de hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlara gelince: Onlar da sizdendır...”

Hicret şartı, ta Mekke fethine kadar devam etmiştir. Arap toprakları İslâma ve onun önderliğine boyun eğdikten, insanlar da
islam cemiyetinin bünyesinde nizam ve iztizama kavuştakdan sonra, M ekk e 'nin fethi gerçekleşmiş ve hicret mevzuu bitmiştir. Artık Resulullah’ın da buyurduğu gibi, cihad ve amel vardır... Ancak, şu da bir gerçek ki, ilk İslâmi hamle, 1200 seneyi aşkın bir zaman yeryüzüne hükmetmiş, bu müddet sarfında İslâmın hükmü, Allah’ın şeriatına gönül bağlayan müslüman önderlerin varlığı yeryüzünden eksik olmamıştır... Fakat bugün durum tamamen değişmiş ve dünya tekrar eski cahiliyet devrine dönmüştür. Allah’ın hükmü hayat sahasından kaldırılmış, dünya tekrar isyankârların hâkimiyeti altına girmiştir... İnsanlar, tekrar insanlara kulluğa başlamışlardır. Halbuki yüce İslâm dini onları bu zilletten kurtarmıştı.. Bugün ise başlangıçta olduğu gibi her türlü nizam ve hükümlerde İslâmın yeni bir hamlesi başlıyor... İslâmî ve hicret yurdunu yeniden bina edinceye; izniyle İslâmın huzur verici kanatlarını tekrar insanlığın üzerine gerinceye; başlangıçta olduğu gibi hicret devresini bitirip amel ve cihad safhasına girinceye kadar devam edecek olan bir hamle...

İslâm varlığının ilk binası kurulduğu zaman; özel hükümler ve özel mükellefiyetler meydana getirilmişti. Veraset, diyet, yardımlaşma ve borçlar gibi bütün şekil ve gerekleriyle kan yakınlığına dayanan dostluk yerine, akidede dostluk prensibi ortaya konmuştu... Ancak hak ile bâtılın ayrıldığı gün olan B e d i r 'de İslâm cemiyetinin varlığı istikrar bulunca, ilk binanın yapımı için zaruri olan istisna! mükellefiyetlere imkân veren hükümler değişti. Veraset, yardımlaşma, diyet v.s. gibi hususların akrabaya tahsis edilmesi, bunların sadece İslâm diyarında cari oluşu değişen hükümler arasındadır: “Hısımlar Allah’ın Kitabınca birbirine daha yakındırlar...” İslâmın mevcudiyeti fiilen istikrar bulduktan sonra, cemiyet bünyesi dahilinde akrabanın birinci sırayı alması normaldir. Bu sûretle insan ruhunun fıtrî bir ihtiyacı karşılanmış olur. İnsan ruhundaki fıtri duygular, İslâmın emirlerine aykırı düşmediği müddetçe zararlı olması mevzubahis değildir.". Çünkü İslâm, fıtri duyguları öldürmeye değil, disiplin altına almaya çalışır, islâm varlığının yüce ihtiyaçlarına istikamet vermek için onları korur, değerlendirir. Bu ihtiyaçlar sona erince de içtimai ^Bünyedeki normal seyrine devam etmek üzere kendi haline bırakır. Böylece; toplumun normal hayatına malolmuş bazı hususiyetler, zaruret görüldüğü zaman İslâma faydalı 

şekilde istihdam edilip sonra tabiî seyrine bırakılır, öyleyse islam binasının ilk kuruluşundaki mükellefiyetleri, islamın umumî tabiatini ve diğer hükümlerini iyi anlamamız icabeder :

“Allah her şeyi hakkiyle bilendir.”

Bu ifade, daha önce belirtilen hükümlere, nizam ve duygulara, kaynaşmalara en uygun bir bağlayış ifadesidir. Her şeyi ihata eden Allah ilmiyle her şeyin ayan beyan bilineceğine işaret olunarak mevzu kapanıyor...



• *

İslâm ümmetini akideinanç kaidesi üzerine bina eden ve bu kaideyi imanlı toplumun mesuliyetine verip akideyi cemiyetin ana mihveri olarak kabul eden İslâm dini, bunları yaparken; “insanın insanlığını” gün ışığına çıkarmak, onu takviye edip sağlamlaştırmak ve bu vasfı, insan varlığının diğer bütün vasıflarına hâkim duruma getirmek gayesini güdüyordu. Koyduğu bütün kaide, talimat, kanun ve hükümlerde daima bu metod üzere yoluna devam etmiştir.

İnsanoğlunun, hayvan varlığı ile, hatta maddî varlıklarla bile müşterek vasıfları vardır. Her ne kadar “Münevver Cahiller!” onu, bazan diğer hayvanlar gibi bir hayvan, hazan da sair maddeler gibi bir madde kabul ederlersede, insan, bazı vasıflarda madde ve hayvanlarla olan beraberliğine rağmen; onu diğer varlıklardan ayıran, kâinatın biricik yaratığı haline getiren birtakım vasıflara sahiptir. Cahil aydınlar ihlas ve samimiyetle olmasa da, bu hususu itiraf etmek mecburiyetinde kalıyorlar. (*)

Bu Rabbani nizamiyle İslâm; “insan” cinsini diğer varlıklardan ayıran, onu kâinatın biricik yaratığı haline getiren bu özelliklerini dikkate alıyor, onu açıklığa kavuşturuyor, geliştiriyor ve ulvileştiriyor... İnsanoğlu akideyi = inancı topluma ve onun fertlerine temel kaide olarak alıp İslâm cemiyetini bu temel üzerine bina kılmak sûretiyle kendini yüceltmiş olmaktadır. İnsanı insan yapan vasıfların en yücesi akide = inanç dır.

Islâmın tesis ettiği bu bağ, nesep bağı değildir... Lisan ve vatan bağı da değil... Hele cins ve renk bağı hiç değildir... Menfaat ve müşterek mülkiyetle de alâkası yoktur... Zikri geçen bu özellikler
hayvanda mevcuttur. Hatta bu bağlar; hayvan sürülerindeki müşterek otlak, mer’a ve anlaşma yeri olan ahırların beraberliğine uygun ve münasip düşmektedir... Fakat insanın etrafını çevreleyen kâinat varlığı ile bizzat insan varlığını ve bu varlıkların menşe’ini insanoğluna öğretip onu şu basit maddeden çok daha büyük, çok daha üstün ve çok daha devamlı bir varlık haline getiren yegâne şey akidedir, inançtır. İnsanın ruhu ve idraki ile bağlantısı bulunan akidenin; insanoğlunu diğer varlıklardan ayırıp mümtaz yaratık haline getiren ve bütün mahlûkatı geride bırakarak en üstün seviyeye ulaşmasını gerçekleştiren bir özelliği vardır.

Evet; fikir, tasavvur, prensip ve proğram bağı diyebileceğimiz akide — (inanç) bağlantısı, hür bir bağlantıdır. İnsanoğlu bu bağlantıyla iradesinden hiç birşey kaybetmediği gibi bilâkis hürriyeti tammeye kavuşmuş olur. Halbuki insanlık şerefinden, dolayisiyle akide vasfından uzak olan hayvan sürüleri bu irade ve hürriyetten mahrumdurlar Onlar soy ve neseb itibariyle ne hal üzerinde iseler o hal üzerinde devam edip giderler. Renklerini dahi değiştirmek iradesine sahip değillerdir. Daha doğmadan tayin edilen hal ve hareketlerinde hiç bir değişiklik yapamazlar. İrade ve terakki etme gibi vasıflardan mahrumdurlar. Doğduğu yerde yaşar, hemcinsinin diliyle meler veya seslenir. Kendisini diğer arkadaşlarına ve hem cinsi olan topluluklara bağlayan şeyler sadece maddi ve mahdut şeylerdir. Bu yüzden, mahdut bir hürriyet sahası içinde mecburi bir yaşayış tarzları vardır. İşte, bütün bunlardan ötürüdür ki, İslâm; insanoğlunun sürüler misali bu maddi ve basit bağlarla bağlanıp kalmasını istemez... Onu; hürriyeti tam manasıyla tattıran akide, fikir, düşünce, prensip ve programlarla bağlayarak iradesiyle başbaşa bırakır. Hürdür, iradesini rahatça . kullanır, istediği toplumun bir ferdi olmak elindedir. Onu ne renk, ne
dil, ne soy, ne cins, ne doğduğu yer ve ne de maddi menfaatlarıyla ilgili toplumun şartları bağlayabilir.

İşte islam düşüncesine göre insanın yüceliği buradadır...

Bu meselede, İslâm nizamının İslâm cemiyetini cins, vatan, renk, lisan, maddi menfaat ve basit iklim bağlarıyla değil, sadece akide bağıyla bağlamış olması; bu cemiyette insanın hayvanlarla müşterek olan vasıflarım değil “İnsanî özelliklerini” meydana çıkararak onu geliştirip yücelttiği açıkça görülüyor. Evet, bu basit hayvani engel

lerden hiçbirine itibar etmeden İslâm cemiyetini, cinsleri, renkleri, milliyetleri ve dilleri farklı bütün insanlara açık bir cemiyet haline getirmesi... İslâm nizamının en açık ve pratik neticelerinden biridir bu. Bu İslâm cemiyetinin potasında ferdî zıddiyetlerin eriyip bütün beşer cinslerinin özelliklerini ihtiva eden olgun bir havanın meydana gelmesi, münferit varlıkların birleştirilip kısa zamanda bir vücut haline getirilmesi ve bu mütecanis unsurlardan mürekkep hayretengiz bir kitlenin vücut bulması İslâm nizamının eseridir. Bu sûretle parlak ve büyük bir medeniyet meydana gelmiş oluyor.

Yüce Islâm cemiyetinde çeşitli ırklardan insanlar bulunuyordu. Araplar, Iranlılar, Şamlılar, Mısırlılar, Mağripliler, Türkler, Çinliler, Hindliler, Romalılar, Grekler, EndonezyalIlar, Afrikalılar... Ve daha çeşitli ırk ve cinsten insanlar; İslâm cemiyetinin azaları arasında bulunuyorlardı. Tabiatiyle İslâm cemiyet binasını kurmak ve İslâm medeniyetini yükseltmek hususunda, onların bütün meziyetleri de bir-biriyle kaynaştı ve birbirine her hususta yardımcı oldu. Bu büyük medeniyet, hiçbir gün “Arap Medeniyeti” haline gelmemiş, daima “İslâm medeniyeti” vasfını muhafaza etmiştir. Bir gün “Millî medeniyet” şekline dönmemiş “akide medeniyeti” özelliğini daima korumuştur.

Onların hepsi eşit seviyede, muhabbet bağı ile ve tek bir gaye şuuruyla birleşmişler, bu dâva uğrunda bütün gayretlerini; millî özelliklerinin en incesini, şahsî, tarihî ve millî tecrübelerinin hülasasını intisap ettikleri bu yeni cemiyet binasının kurulması için sarfetmişlerdir. Çünkü bu cemiyet, onları tek bir yaratıcı bağı ile bağlıyor ve hiç bir engel çıkarmadan onlara “insanlıklarını” gösterme imkânını veriyordu... Bu, bütün tarih boyunca hiçbir cemiyetin ulaşamadığı bir zirvedir!..

Tarihte, insan cemiyetierinin en meşhurlarından biri Roma İmparatorluğudur. Roma; çeşitli cinsleri, çeşitli dilleri, çeşitli renkleri ve çeşitli yurtları ihtiva eden bir imparatorluktu... Fakat bütün bunlar “İnsanî” bir bağa dayanmıyor, itikad = inanç gibi yüce bir kıymet ifade etmekten mahrum bulunuyordu... İmparatorluk, eşraf sınıfının köle sınıfına hâkimiyeti esasına dayanan bir sınıf toplumu hüviyetinde idi. Keza orada, Romalıların efendiliği ve diğer bütün insanların köleliği esasına dayanan bir anlayış hüküm sürüyordu... Bundan dolayıdır ki Roma İmparatorluğu, İslâm cemiyetinin yükseldiği
ufka hiçbir zaman yiikselememiş; İslâm cemiyetinin verdiği eserleri verememiştir.



Kominizin de, yeni bir cemiyet meydana getirmek hülyasına kapıldı. Cins, ırk, renk, vatan, dil manialarını yırtarak bu cemiyetini kurabileceğini düşündü ama onu “İnsanî” bir kaideye dayandırmak zaruretini hesap edemedi... Tabiatiyle ancak “sınıf” esasına dayanan bir toplum vücuda geldi. Hakikatte bu cemiyet, eski Roma cemiyetinin değişik bir şeklidir. Roma eşraf sınıfının hâkimiyetine dayanan bir cemiyeti Kominizmde Proleterya’nın hâkimiyeti esasına dayanan ve bu sınıfı diğer sınıflar üstünde azgın, kindar bir baskı unsuru haline getiren bir cemiyettir. Bu cemiyet ayakta durabilmek için insanoğlunu en korkunç tarafından yakalar. Ona ilk vadettiği şey hayvanî ihtiyaçlarının karşılanacağıdır^ Mesken, yiyecek_ve cinsî arzular. .. Bu arzular insanla hayvan arasındaki müşterek arzulardır. İnsanoğlu kendi tarihinde^ ilk olarâk yiyecek peşine* koşmuştur!...

İslama gelince O; koyduğu ilâhî nizam sayesinde insandaki paha biçilmez cevheri işleyerek onu toplumların en yücesi haline getiren tek cemiyet sistemidir... Ondaki bu vasıf el-an devam etmektedir ve edecektir... Bu sistemden ayrılıp toplumu kavmiyet, milliyet, coğrafî hudutlar veya bir sınıf üzerine bina kılmak gibi adî ve iptidaî bir yola gidenler hiç şüphe yok ki insanlığın düşmanıdırlar. Onlar, insanoğlunun, Allah tarafından kendisine lütfedilen yüksek vasıfları değerlendirip kâinatın seçkin varlığı haline gelmesini istemiyorlar. İnsan cemiyetinin kendi hemcinsinden ve ondaki mümtaz vasıf ve tecrübelerden faydalanmasına taraftar olmuyorlar. Onlar, akıntıya karşı yüzmeye çalışıyorlar. İnsanoğlunun tabii yükselişine engel olmak istiyorlar. Gayeleri; Allah tarafından lâyık görülerek verilen ve insanoğlu için en münasip mevki olan yüce insanlık mevkiinden onu

koparıp, otlak ve ağıllardaki hayvan toplumlarınını seviyesine indirmektir.
Bu meselelerde taaccüp edilecek en garip tarif ise, insanlığın ulvi vasıflarıyla vasıflanan toplumlara; gerici, tutucu, mutaassıp gibi damgalar vurulması ve hayvani vasıflarını koruyan toplumlara da ilerici, medenî denmesidir. Böylece; insanlığı diğer varlıklardan ayırıp yüceliklere ulaştıran akide = (inanç) den evet sadece bundan kaçmak için bütün değer ölçüleri tersyüz ediliyor...

Fakat, bütün işlerinde galip gelen yine Allah’u Teâlâ’dır... İstikametini cahiliyet hayvanlığına doğru yönelten bu gidiş devam etmeyecektir. Sonunda yine Allah’ın irade buyurduğu şekilde beşeriyet yolunu düzeltip cemiyetini inanç temelleri üzerine kuracaktır. Çünkü Allah insanı bu fıtratta yaratmıştır. O, bu fıtrat sayesinde inancı temel edinerek tarih boyunca örnek toplumlar vücuda getirmiştir. Halâ ufuklarda parlaklığını sürdüren bu toplumlar bugünkü beşeriyetin ilham kaynağı olacak ve beşer o yüceliklere doğru tekrar istikametini düzeltecektir...
ENFÂL SÛRESİNİN SONU

TAKDİM
Tevbe Sûresi M e d î n e ’de nazil olmuştur ve Kur’an’ın en son nazil olan sûrelerinden biridir. (1) Bundan dolayıdır ki, İslâm devleti ile yeryüzünün diğer devletleri arasındaki münasebetler hakkında nihai hükümler ihtiva etmektedir. Kiza bizzat İslâm cemiyetinin tasnifini, değer ölçülerinin sınırını, bünyesinde bulunan sınıf ve gurupların her birinin durumunu (2), bütünüyle bu cemiyetin ve o gurupların gerçek veçhesinin açıklanmasını da ihtiva etmektedir.

Bu itibarla Tevbe Sûresi, dinamik İslâm nizamının programını, gelişme ve ilerlemesini açıklama bakımından özel bir ehemmiyet arzetmektedir. Daha önceki sûrelerde görülen geçici hükümleri de tazammum eden bu nihaî hükümlere gözatmak, İlâhî nizamın ne derece geniş olduğunu anlamağa kâfidir. Bu anlayışa eremediğimiz takdirde hükümler, kaideler ve şekiller birbirine karışır. Nitekim bazı kimseler geçici bir hükmü ifade eden âyetleri nihaî hüküm haline getirmişler ve nihaî hükmü gösteren âyetleri de geçici hükme uydurmak için tefsir ve tevil etmeğe çalışmışlardır. Hususiyle cihad meselesinde ve İslâm cemiyetinin diğer cemiyetlerle olan münasebetleri mevzuunda bu ameliyeye daha çok rastlanıyor. Allah’tan, bu mukaddimede ve bu sûrede gelecek olan âyetlerin izahında, bizi, bu husustaki en doğru açıklamayı yapmağa muvaffak kılmasını dileriz.

1. Müreccah olan kavle göre en son nazil olan sûre Nasr sûresidir.
2. İslâm Cemiyetinin tavsifinde «sınıfa tabiri; bugünkû kadar manasıyla içtimai bir sınıf anlamını ifade edemez. Bu sınıf veya tabaka tabiri: muhacirler, enzar. Bedir ehli, Biatur-Rıdvan ehli, fetihden önce infak eden ve savaşan, fetihden sonra infak eden ve savaşanlar, geri kalıp oturanlar münafıklar, vs.... gibi sırf islami ölçülere bağlı bir değerlendirmeyi ifade eder.

Sûrenin âyetleri hem mevzu itibariyle, hem nüzul sebepleri ve bu sebepler üzerinde varit olan rivâyetler yönünden hem de Hz. Peygamberin hayatındaki hadiseler yönünden incelenmelidir. Bu hareket gösterecektir ki, bütünüyle sûre, hicretin dokuzuncu senesinde nazil olmuştur. Bununla beraber biz, dokuzuncu senede nazil olan sûredeki bölümlerin, kati tarihlerini bilmiyoruz. Ancak sûrenin üç merhalede indiği tercih edilmektedir.

I — Birinci merhale; Dokuzuncu yılın recep ayında, T e b û k Gazvesinden önce nazil olmuştur.

II — İkinci merhale; Tebûk gazvesinin hazırlık ve harbin cereyanı esnasında inmiştir.

IH — Üçüncü merhali ise; Tebûk gazvesinden dönüşü müteakip nazil olmuştur.

Sûrenin başından 28. âyete kadar olan kısma gelince; bu kısım dokuzuncu senenin sonunda, hac mevsiminden biraz önce, Zilkade veya Zilhicce aylarında nazil olmuştur.

Bu tasnif tercih ve kabule şayan olan bir tasniftir.



#•

NİHAİ İLİŞKİLER

Sûrenin birinci bölümünü teşkil eden, baştan 28. âyete kadar olan kısım, müslümanlarla Arap Yarımadası’nda yaşayan bütün müşrikler arasındaki münasebetin nihai şeklini tespit etmekte; ancak Kur’an’ın, ruhlara işleyen müessir üslûp ve ifadesiyle yapılan bu tespit ameliyesi; aynı zamanda mevzuun gerçek yönüyle tarihi ve imani sebeplerini de açıklamaktadır.

İşte bazı örnekler:

Allah’dan ve Peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır:

Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı âciz bırakamıyacağınız, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.

Allah ile peygamberi tarafından, Haca Ekber günü malûm olsun ki Allah da peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tövbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilinki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı müjdele!...


Yalnız, andlaşma hükümlerinde sise karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah Gafur ’dur, Rahim ’dir...

Şayet müşriklerden biri sana sığınarak olursa Allah’m sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

Mesrid-i Haram ın yanında andlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.

Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırırlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onların pek çoğu fâsıktırlar.

Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!..

Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendileridir.

Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar. Biz âyetleri bilecek insanlar için açıklarız.

Şayet ahidlerinden sonra yeminlerini bozarda dininize dil uzatırlarsa sizde küfrün elebaşlarıyla vuruşun, belki vaz geçerler. Çünkü onların andları. ahidleri yoktur.

Yeminlerini bozup Peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavm ile harbetmez misiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminseniz bilinki asıl korkmanız gereken Allah’dır.

Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sisi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Alim ’dir, Hakim ’dir.

Allah, içinizden cihad edenleri Allah^tan, Peygamberinden ve müminlerden başka sırdaş edinmeyenleri belirtmeden sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır..


Ey iman edenler, babalarınızı, kardeşlerinizi — eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa — dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, doğrusu kendine yazık etmiş olur.

De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış - verişler, hoşlandığınız yurdlar sizin için Allah ile peygamberinden, Allah yolunda savaşmaktan daha değerli, daha sevgili ise, o halde Allah, emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah fâşıklar güruhunu hidayete erdirmez. "—1 ————

Ey iman edenler, müşrikler murdar insanlardır. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilinki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz Alîm ’dir, Hakim ’dir.

Bir demet halinde arzettiğimiz bu âyetlerin, bütün Arap Yarımadası’ndaki müşriklerle savaşmaya, vuruşmaya teşvik etmesindeki gaye; o devirde müslümanların — biraz sonra belirteceğimiz gibi — çeşitli sebepler yüzünden bu kati adımı adımı atmakta duydukları tereddüt ve korkuyu izale etmek ve müminlerin ruhlarını sükun ve emniyete kavuşturmaktır.

Sûrenin ikinci kısmına gelince; keza bu kısımda, İslâm cemiyeti ile bütün Ehli Kitap arasındaki münasebetin nihaî şeklini tespit etmekte ve bu tespiti gerektiren vakiî, tarihî ve imani sebepleri de beyan etmektedir. Keza İslâmın müstakil mahiyetini açıklarken Ehil Kitab’ın hem akide hem yaşayış itibariyle Allah’ın gerçek dininden uzaklaştıklarını, kendilerine indirilen Allah’ın dini üzerine yürümediklerini ve onlara kitap ehli vasfını kazandıran İlâhî Kitab’a bağlı haber vermektedir: "

Kendilerine kitab verilenlerden olup da Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ile peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle tâ boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.

-v Yahudiler: “Üzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha evvel kâfir olanların sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah’dan bulsunlar. Nasıl da uyduruyorlar!


— Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nuruna mutlaka tamamlıyacaktır.

~~ Müşrikler hoşlanmasalarda, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğra yol ve hak dinle gönderen Allah’dır.

Ey iman edenler, ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gömüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.

Biriktirdikleri altın ve gümüş cehennem ateşinin kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için
biriktirdiklerinizdir biriktirdiklerinizi tadın”denecek.

Âyet-i kerimeler, o gün müminlerin, Ehli Kitab’a karşı ruhlarında duydukları korku ve tereddüdü izale etmek için inmişti. Bu korku bütün Ehli Kitab’a karşı olabileceği gibi, sadece bazı hıristiyan guruplarına karşı da olabilir. Meselâ, Suriye ve havalisindeki Rumlara karşı... Zira Kumlar; Arap Yarımadası’nda tarihi bir şöhrete ve muharip Unvanına sahipdiler. Fakat, âyet, bütün Ehli Kitap hakkında umumi bir ifade kullanmaktadır. Yeri geldikçe tafsilatıyla arzedeceğimiz gibi bu Dâhi kelâm, zikri geçen vasıflara sahip olan her ferdî içine almaktadır.

Üçüncü kısım ise; savaş için hazırlanmaya davet olundukları halde ağır hareket eden, yerinden kıpırdamayıp orduya katılmakta tembellik gösterenleri ayıplamakla mevzu ya giriyor... İlerde belirtileceği üzere, şüphesiz ki bunların hepsi münafık değildi!». Bu mevzuda kati hüküm vermek kolay olmamakla beraber yeri geldikçe gerekli bilgiyi vermeye çalışacağız:

Ey iman edenler, size ne olda ki, “Allah yolanda savaşa çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Abireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının faidesi âhirete nisbetle pek cüzidir.



Gazaya çıkmazsanız Allah sizi acıklı azâba uğratır. Yerinize sizden başka bir kavmi getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye Kadirdir.

Peygambere yardım etmezseniz, bilin ki, kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimledir” diyordu. Allah da O’na güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah Aziz ’dir, Hakim ’dir.

İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilseniz, bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır.

Bu kısımda metaaddit tehdit ve ayıplamalardan; küfredenler Hz. Peygamberi Mekke’den çıkarmaya mecbur kıldıkları halde Allah’ın onu hiç kimsenin hissesi bulunmadan muzaffer kılmış olduğunun iman edenlere hatırlatılmasından... Piyade ve süvari olarak savaşa çıkmaları hususunda müminlere kati emrin verilmesinden... Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; o gün büyük zorluklar vardı... Korku vardı... Tereddüt vardı... Geri kalıp savaşa iştirak etmeme gibi durumlar da mevcuttu. Onun için o gurup ağır emirlere, ayıplamaya, tehdide ve tevbihe muhatap olmuştur...

Sonra en uzun kısım olan ve sûrenin yarıdan çoğunu ihtiva eden dördüncü kısım geliyor. Bu kısımda münafıklar terzil ediliyor. İslâm cemiyetinde çevirdikleri dolaplar açığa vuruluyor... Ruhî ve amelî halleri açıklanıyor. Tebûkte ve ondan önceki savaşlarda, bizzat harp esnasında ve harpten sonra ki tutum ve davranışları ortaya konuyor. Cihattan geri kalmak veya ordu içinde bozgunculuk ve fitne yaratmak, Resulullah’a ve samimî müminlere eziyet etmek gibi niyetleri, hileleri ve mazeretleri, bütün çıplaklığıyle açıklanıyor. Sonra samimî müminlerin münafıkların hilelerinden sakınmalar», onlarla olan münasebetlerini sınırlandırmaları, aralarını açmaları ve herkesin kendi amelleri ve vasıflarıyla varlığını ortaya koyması emrediliyor... Bu hususlar, aslında sûrenin bütününü birleştirip telif eder. Gelecek bölümlerde sebeplerini açıklayacağımız gibi, fetihten önce
İslâm cemiyetinde nifakın başı ezildiği halde, fetihten sonra tekrar nasıl avdet ettiğini ve nasıl süratle geliştiğini de vuzuha kavuşturuyor. Tafsilatını burada arzetmemiz mümkün değildir. Ancak ana fikrini gösteren kısımları Kiralamakla yetiniyoruz:

Kazanç kolay, yol yakın obaydı, onlar hemen sana tabii olurlardı. Fakat zahmetle gidilecek yol onlara uzak geldi. Onlar Allah namına yemin edecekler: “Gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber çıkardık!” diyecekler. Bunlar kendi öz canlarını helak ediyorlar. Allah, onların yalancı olduklarını biliyor.

Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı. Ama Allah davranışlarını beğenmedi de onları alıkoydu. “‘Acizlerle beraber oturun” denildi

Aranızda savaşa çıkmış olsalardı, ancak sizi bozmağa çalışırlar ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah zalimleri çok iyi bilendir.

And olsun ki, daha önce de fitne koparmak istemişlerdi Sana karşı bir takım işler çeviriyorlardı. Sonunda onlar istemedikleri halde hak ortaya çıktı, Allah'ın emri üstün geldi

Onlardan: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” diyen vardır. Bilinki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri şüphesiz kuşatacaktır.
Sana bir iyilik gelince onların fenasına gider; bir kötülük geline: “Biz önceden ihtiyatlı davrandık” derler, sevinerek dönüp giderler.

De ki: “Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez. O, bizim Mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.

De ki: “Bize iki iyiden, gazilik ve şehidlikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oysa biz; Allah'ın kendi katından veya bizim elimizle sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz, doğrusu biz de sizinle birlikte beklemekteyiz.”

De ki: “İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Siz şüphesiz fâsık bir güruhsunuz."

Verdiklerinin kabul olunmasına engel olan, Allah’ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel, tembel gelmeleri, istemeye, istemeye vermeleridir.

Artık onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla, onlara dünya hayatında azâbetmek ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister.

Sizden olmadıkları halde, sizinle beraber olduklarına Allah’a yemin ederler. Oysa onlar korkak bir kavimdir.

Bir sığınak veya mağara yahut girecek bir yer bulmuş olsalardı, çarçabuk oraya yönelirlerdi

Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verirsen hoşnud olurlar, vermezsen hemen öfkeleniverirler.

Halbuki onlar, Allah ile peygamberin verdiği ile kanaat ederek: “Allah bize yeter. Allah bize lütuf ve kereminden daha fazlasını ihsan edecek, peygamberi de verecek” deselerdi haklarında daha hayırlı olurdu.

İki yüzlülerin içlerinde peygamberi: “O, her şeye kulak kesiliyor” diyerek incitenler vardır. De ki: “O kulak, Allah’a iman eden ve müminlere inanan, sizin için hayırlı olan, içinizden iman eden kimselere rahmet olan bir kulaktır.” Allah’ın peygamberini incitenlere can yakıcı azâb vardır.”

Sizi hoşnud etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer mümin iseler Allah’ı ve peygamberini hoşnud etmeleri daha gereklidir.

Allah’a ve Peygamberine karşı koymağa kalkışana, ebedî kalacağı cehennem ateşi bulunduğunu bilmezler mi? Büyük rüsvaylık budur.

İki yüzlüler, kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler. De ki: “Siz alay edin bakalım, Allah çekindiğiniz şeyi ortaya koyacaktır.”

Onlara soracak olursan: “Biz and olsun ki eğlenip oynuyorduk” diyecekler, de ki: “Allah’la, âyetleriyle, peygamberiyle mi alay ediyordynuz?”

Özür beyan etmeyin! Siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir gurubu affetsek bile bir güruhunuz günahkâr olduğundan onu azaba uğratacağız.

Erkek, kadın münafıklar hep birdirler. Kötülüğü teşvik eder, iyiliğe engel olurlar. Elleri de sıkıdır; Allah’ı unuttular, bu yüzden Allah’da onları unuttu. Doğrusu iki yüzlüler fâsıkların tâ kendileridir.

Allah, iki yüzlü erkek ve kadınlara ve kâfirlere, ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. O onlara yeter. Allah onları rahmetinden kovdu. Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır.

Ey peygamber, kâfirlerle ve iki yüzlülerle savaş. Karşılarında çetin ol. Onların yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!


Aralarında “Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız” diye O’na and verenler vardır.

Allah onlara bol nimetinden verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten dönektirler.


Bunlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli düşüncelerine, gizli toplantılarına vakıftır ve O’nun gizli şeyleri çok iyi bilen olduğu şüphesizdir.

Sadaka vermekte gönülden davranan müminlere dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği kadar verebilenlerle alay eden kimselere davranışlarının cezasını Allah verir. Onlara can yakıcı azâb vardır.

Onların bağışlanmalarını ister dile, ister dilime. Yetmiş kere bağışlanmalarını dilesen yine Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah’ı ve Resulunu inkâr ederek kâfir oldular. Allah fâsıklar gürü' huna hidayet etmez.

Allah’ın peygamberine muhalefet için savaşa gitmeyenler, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve: “bu sıcakta harbe çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke bilseydiler!

Artık yaptıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar onlar.

Allah seni (sefer sonunda) onlardan bir topluluğa döndürdüğü zaman senden savaşa çıkmak için izin isterlerse de ki: “Benimle asla çıkamayacaksınız. Benim yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü daha evvelden, oturup kalmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlarla beraber oturun.”

Onlardan ölen hiçbir kimsenin katiyyen namazını kılma! Kabrinin yanında durma» Onlar Allah ve Peygamberini inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.

Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin. Allah bunlarla onlara dünyada azâbetmek, onların kâfir olarak canlarını almak ister_

Bu uzun ve açık ifadeler, o devirde münafıkların, Islâm ordusunu sıkıntıya düşürmek, orduda tefrika meydana getirmek, çeşitli fitneler, desiseler ve yalanlarla orduyu meşgul etmek için nasıl bir gayret sarfettiklerini göstermektedir. Aynı zamanda İslâm cemiyetini parçalamak, nizam ve intizamını yedi etmek için yaptıkları çalışmaları da açıklamaktadır. Hak Teâlâ şu âyeti kerime ile bunu işaret ediyor:

“İçinizde onlara kulak verenler var».”

Ayni zamanda münafıklara duâ edilmesi ve cenaze namazlarının kılınması da şiddetle yasaklanıyor... Bu durumun, Mekke’nin fethini müteakip, henüz imam kalbine tam yerleştirmemiş, kendini gerçek islâma tam uyduramamış kimselerin müslüman olmaları sonunda meydana gelmiştir. Sûre içindeki âyetleri tasnif ederken bu mevzuyla ilgili kısımları o günün muhtelif topluluklarına temas ederek inceleyeceğiz.

Sûrenin beşinci kısmı, sözünü ettiğimiz bu tasnifi ihtiva etmektedir. Buradan anlıyoruz ki, İslâm cemiyetinin temelindeki esasları teşkil eden Muhacir ve Ensar cemaatinin etrafında diğer cemaatler de vardı. İçlerinde samimî müminlerin, münafıkların, kalplerine iman nuru girmeyen bedbahtların ve Medine münafıklarının da bulunduğu bir cemaat... Salih bir ameli, başka bir kötülüğe karıştıranlar... islâm tabiatini huy edinemeyenler... Kendilerini islâm cemiyetinin bünyesinde eritemeyenler... Durumları meçhul, varacakları yerin hakikati bilinmeyenler... Vaziyetleri, hal ve dönüş yerlerinin hakikati ancak kendisince malûm olan Allah’a havale edilenler... Dindarlık perdesi ardında gizli dolaplar çevirenler...

Âyeti kerîmeler bütün bu cemaatlerin Hz. Peygambere ve samimİ müminlere karşı nasıl hareket ettiklerini hülasa olarak beyan etmektedir:

’ Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha beterdirler. Allah’ın peygamberine gönderdiği hükümleri bilmemek ve tanımamak daha çok onlara layıktır. Allah Alîm ’dir, Hakim ’dir.

— Bedevilerden, Allah yolunda sarfettiklerini angarya sayan ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekleyenler vardır. Belâlar onlara olsun; Allah Semi ’dir, Alim ’dir.

Bedevilerden, Allah’a ve âhiret gününe iman eden, sarfettiğini, Allah katında ibadet ve peygamberin dualarına nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

İleri geçerek öncülüğü kazanan muhacirler ve Ensar ile, onlara güzel güzel uyanlardan Allah hoşnud olmuştur. Onlar da Allah’dan hoşnuddurlar. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.

Çevrenizdeki bedeviler içinde iki yüzlüler ve Medine’liler içinde de iki yüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil ancak Biz biliriz. Kendilerine iki defa azâbedeceğiz. Sonra da büyük bir azâba uğratılacaklardır onlar.

Savaştan geri kalanların bir kısmı da, suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü O G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al. Onlara duâ et; senin duân onlar için bir güvendir. Allah Semi ’dir, Alim ’dir.

Savaştan geri kalanların bir kısmının işi de Allah’ın vereceği hükme kalmıştır. Allah onlara ya azâbeder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah Alîm ’dir, Hakim ’dir.

Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak, Allah ve peygamberine karşı savaşanlara daha önceden gözcülük yapmak için bir mescid kurup: “Biz sadece iyilik yapmak istedik” diye yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah şahiddır.
   Orada asla durma! ilk gününden beri takva üzerine kurulan mescidde bulunman daha uygundur. Orada, tertemiz olmayı arzulayan insanlar vardır. Allah, tertemiz olanları aever.

İslâm cemiyetini teşkil eden fertlerin iman seviyelerindeki farklılık ve gurupların mevcudiyeti gösteriyor ki; Mekke’nin fethinden sonra islâm cemiyetinde, fetihden önce mevcut olmayan bir dağınıklık ve karışıklık mevcuttur.

Sûrenin altıncı kısmı ise; Allah yolunda cihad etmek üzere Allah’la yapılan İslâmî biatin mahiyetini ve bu cihadın hududunu belirtmektedir. Medinelilerin ve civarlarında bulunan Arapların vazifelerini; onlar için cihaddan ve Resulullah’tan geri kalmanın asla caiz olmadığını, kendi canlarını Resululullah’a tercih etmelerinin katiyen doğru olmadığını, müşriklerle ve münafıklarla olan alâkalarını kesmemelerinin zarurî olduğunu ayrı ayrı beyan etmektedir. Ancak bu esnada münafık olmadıkları, samimî müslüman oldukları halde cihad-tan geri kalan bazı kimselerin durumu hakkında Allah'ın hükmü beyan ediliyor ve inzal buyrulan emirlerle münafıkların bazı hal ve hareketleri belirtiliyor:

Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’dan daha çok tutan kim vardır? öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin. Bu, en büyük saadettir.

Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve müminlere yaraşmaz.

__ Babasının mağfiret olunması için ibahim’in yalvarması, babasına söz vermesinden ileri gelmişti. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim yumuşak kalbli, halim bir insandı.

And olsun ki, Allah, peygamberin ve bir kısmının kalbleri kaymak üzere iken güçlük anında ona tabii olan Muhacirlerle Ensarın tövbelerini kabul etti. Sonra onları tevbeleri dolayısiyle af buyurdu. Çünkü onlar hakkında son derece Rauf ve Rahim ’dir.

Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp, Allah’dan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri en çok kabul eden, hakkıyle esirgeyendir.

Medınelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah’ın peygamberinden geri kalmak, kendilerini O’na tercih etmek yaraşmaz. Çünkü onlara Allah yolunda erişecek susuzluk, yorgunluk, açlık, yahut onların kâfirleri kırdıracak şekilde bir yere ayak basmaları veya bir düşmanı yenmeleri gibi hâl ve hareketlerin hiç biri yoktur ki mukabilinde onlara iyi bir amel yazılmasın. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez.

Az veya çok sarf ettikleri her şey, yürüdükleri her yol, Allah’ın, yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermen için hesaplarına yazılır.

Müminlerin hepsi de savaşa çıkacak değildirler. İşlerinde her sınıftan bir cemaat sefere çıkmalı, bir kısmı da din hususunda vukuf kesbetmek, din ahkâmım öğrenmek için çalışmak ve geri döndüklerinde kavimlerini uyarmalıdır ki, onların da yanlış hareketlerden çekinmeleri mümkün olsun.

Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah takva sahipleriyle beraberdir.

Bir sûre indirilince, onlar birbirlerine bakarlar ve “acaba bizi bir gören var mı” derler, sonra giderler. Anlamaz bir kavim oldukları için Allah’da onların kalblerini imandan çevirmiştir.

Nihayet sûre, Resulullah’ın vasıflarıyla birlikte O’nun sadece Allah’a tevekkül etmesi ve O’na dayanması gerektiğini belirten şu âyetlerle son buluyor:

And olsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere cidden şefkatli ve merhametlidir 0.

Şayet onlar yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter. O’na dayandım, O’na güvendim. O, büyük arşın sahibidir.”

00

Ayeti kerimelerin ileride girişeceği tafsilatlı açıklamalardan önceki bu özetlemeyi bile bile biraz uzatmış bulunuyoruz. Zira sûre; İslâm cemiyetinin fetihden sonraki durumunu bütün teferruatiyle ele

almakta, hangi şartlar altında vücut bulduğunu izah etmektedir. Sûredeki açıklamalara göre o günlerdeki İslâm topluluğunun fertleri, iman bakımından çeşitli dereceler arzetmekteydi. Bu yüzden araklarında tam bir insicam mevcut değildi. Bazıları mal ve canlarını her şeyin üstünde tutuyorlar, bazıları yapacakları vazifelerde tereddüt gösterip zaaf ve nifaka vesile oluyorlardı. Böylece toplum içinde bir karışıklık ve nizamsızlık hüküm sürüyordu. İslâm topluluğu ile diğer toplulukların arası inanç yönünden kesin hatlarla ayrılıp açıklık kazanmamıştı. — Her ne kadar toplum içinde Ensar ve Muhacirlerden meydana gelen, her hususta sağlam bir gurup mevcut ise de — saydığımız hususlarla malûl olan cemiyeti aydınlığa çıkarıp gözler önüne serebilmek için özetlemeyi dahi uzatmakta zaruret ve fayda gördük.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi bütün bunların sebebi; Fetihten sonra, henüz olgunlaşmamış olan ve köklü İslâm tabiatini huy edinmeden Islâma giren çeşitli cemaatlerin varlığıdır. Ancak; fetih öncesi ve sonrası tarihî vakıaları nazarı itibara almadan bu kısa işaretin ihtiva ettiği hususu anlamak mümkün değildir. Fakat biz burada bu hususu, tarihî vak’a ve hedefleri bakımından, Kuran âyetlerine girmeden önce gayet kısa olarak özetleyeceğiz :

KATİ PRENSİP

İslâm hareketi, M e k k e ’de bir şiddet ortamında meydana çıktı. Cahiliyet, kendisini tehdit eden hakiki tehlikeyi, yani 
«» davetinin, Allah'ın saltanatına dayanmayan bütün saltanatları yıkarak, yeryüzündeki zalimlerin hâkimiyetine son verip insanları Allah'ın hâkimiyetine bağlayacağını ve bu bağlılığın doğuracağı tehlikeleri sezmeye başladı. Resulullah’ın önderliği altında meydana gelen bu toplumun arzettiği ciddi tehlikeyi görmemek mümkün değildi, ilk gündenberi Allah ve Resulüne bağlı kalan ve cahiliyet hayatında geçerli bütün müesseselere cephe alan bu toplumun mahiyeti artık iyice anlaşılmıştı.

K u r e y ş 'in temsil ettiği cahiliyet, bütün bu tehlikelerle karşı karşıya bulunduğuna göre, bu yeni cemiyete ve onun liderine karşı şiddetli tedbirler almaya başladı. Bildiği bütün işkence, tuzak, hile ve çeşitlerini tatbik safhasına koymak gerekiyordu.
Evet, cahiliyet toplumu; temsil ettiği unsurların bütününe yönelen ölüm kalım tehlikesini bertaraf ve kendini müdafaa etmek için harekete geçti. Cahdiyetin bu türlü hücumlarını normal görmek lâzımdır. Ne vakit alemlerin Rabbına kulluk edilmesi için hak bir davet gelmişse; kulu kula taptırmayı prensip edinen cahiliyet derhal bu türlü hücumlara geçmiş ve elinden geleni geri koymamıştır. Hak olan her yeni faaliyetin karşısında, bâtılı temsil eden eski ve kokmuş cahiliyeti bulmak onun için tabiî ve normal sayılır. (3)

işte o zaman, yeni İslâm cemiyetinin her ferdi, çok kere canını dahi feda ederek işkencenin, fitnenin her çeşidini tattı. O gün hiç kimse “Kelime-i Şahadet” i söyleyemezdi. Hiç kimse bu yeni İslâm cemiyetine ve onun yeni öncülüğüne dahil olamazdı... Ancak kendilerini. Allah’a adayan kimseler bu tehlikeye girerdi— Onlar çok kere işkencenin, fitnenin, açlığın/ gurbetin, eziyetin ve hatta ölümün en adi örneklerini tatmışlar ve kendilerini bunlara tahammüle hazırlamışlardı...

İşte böylelikle islam,Arap cemiyetinin bünyesinde çok sağlam unsurlardan  meydana gelen bir temel üzerinde vücut buluyordu. Bu sıkıntılara ve bu fitnelere dayanamayıp tekrar cahiliyete dönenlerin adedi pek azdı. Çünkü gerçekler, her yönüyle önceden biliniyor, açıkça görülüyordu. Önceleri cahiliyetten İslama geçenler, bu korkulu, tehlikeli ve çetin yolu katedenler pek mümtaz şahsiyetler oldukları için sarsılmadan yollarına devam edebildiler.

İşte Allah, muhacirlerin önce gelenlerini, o nadir şahsiyetler arasından böylelikle seçti. Onları, önce Mekke ’de; sonra da, her ne kadar başlangıçta kendileri gibi islâma ısınamadılar ise de Ensarın önde gelenleri ile beraber Medine ’de bu dinin sağlam temelini vücuda getirmeleri için seçmiş bulunuyordu. Medineliler her ne kadar muhacirler kadar mihnet çekmedilerse de, Resulullah la akdetmiş oldukları Akabe biati; onların bu dinin tabiatina denk, asil, bir tabiata sahip olduklarını açıkça ifade eder... İbni Kesir, tefsirinde şöyle der:
1. Enfal suresinin son âyetlerine bakınız.

 Muhammed bin Kâh el-Kurzi ve birçokları der ki;
Akabe gecesi A b dullah bin Revaha Resulullah’a $öyle söyler:

“Kendin için ve Rabbin için dilediğiniz şartı koşunuz.”

Resulullah şu karşılığı verir :

“Rabbim için, O’na ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanızı; kendim için de malınızı ve canınızı koruduğunuz gibi beni korumanızı şart koşuyorum.”

Dediler ki:

“Bunu yaparsak bizim için ne var?”

Resulullah : “Cennet var” buyurunca,

“Ne kârlı alışveriş! Biz bu anlaşmayı ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz” dediler.

Onlar Resulullah’la bu biati akdederken sadece cenneti düşünüyorlar, orçu istiyorlardı. Bu biate sımsıkı yapışmışlar, ne kendileri ve ne de Resulullah tarafından biatin bozulmasını asla kabul etmeyeceklerini bildirmişlerdi. Onlar basit bir iş üzerine biat etmediklerini şüphesiz ki biliyorlardı. Bu hareketle 
K u r e y ş ’e ve hatta bütün Araplara cephe almış olduklarını, Arap Yarımadası’nda ve Medî n e ’nin bağrında sinirleri son derece gerilen cahiliyetle selâmet ve emniyet içinde yaşamalarının bundan sonra mümkün olmayacağını çok iyi anlıyorlardı.

“El-Bidaye Ven-Nihaye” adlı eserinde I b n i Kesir şunu rivâyet eder!

İmam-ı Ahmed dedi ki: Bize Abdurrazzak tahsis etti ki; Mamer ibni Haysem’in bize haber verdiğine göre Ebuz-Zubeyr, Cabir’in şöyle dediğini nakletti;

Resulullah on sene M e k k e ’de kaldı. Bu müddet zarfında insanlarla evlerinde, Ukazda, Mecenne ’de, Hac Mecsimlerinde görüşüp konuşuyor ve şöyle diyordu :

“Kim beni himaye eder?.. Kim bana yardım eder?..” “Ta ki Rabbanin risaletini tebliğ edeyim ve o da cenneti kazansın!”

Fakat kendisini himaye edip yardım elini uzatacak kimseyi bulamıyordu. Hatta Yemen ’den veya M u d a r ’dan bir kimse gelecek olsa, hemen kavmi ve akrabaları ona gelip şöyle nasihat ederlerdi :

“Kureyş’li gençten sakın; seni fitneye düşürmesin.'.” Toplum içinde bulunurken dahi, insanlar parmaklarıyla onu işaret ederlerdi. Nihayet Allah, Medine ’den bizi ona gönderdi de, biz de onu himaye ve tasdik ettik. Bizden bir adam çıkacak olsa, dilinde Kur’an gönlünde O’na imanla ailesine döner de, ailesi de onun müslümanlığı ile İslama girerdi. Nihayet Ensardan hiçbir kabile kalmadı ki, orada müslümanlardan bir heyet bulunup, İslâmî açıklamasınlar... Sonra gizlice toplanıp şöyle dedik: “Resulullah Mekke dağlarında korku ve endişe içinde dolaşırken nasıl yalnız bırakırız?” Hac mevsiminde bizden 70 kişi Resulullah’a geldik. (4) O’na Akabe Vadisinde randevu verdik. Birer ikişer hepimiz oraya gelip toplandık. Sonra dedik ki:

“Ya Resulullah, sana yapacağımız biatin esasları nelerdir?”

Buyurdu ki:

“Zorlukta da kolaylıkta da dinleyip itaat etmek, sıkıntıda da genişlikte de infak etmek, marufu emredip mûnkerden nehyetmek, Allah için konuşmak, Allah hakkında hiçbir ayıplayıcının ayıplamasından korkmamak, bana yardım etmek ve size geldiğim zaman kendi canınızı .hanımlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de korumak üzere bana biat ediniz... Mukabilinde sizin için cennet var dır...”

Bunun üzerine hepimiz kalktık ve ben hariç en küçüklerden olan Es’ad ibni Zûrare, Peygamberin elini tuttu ve sonra bize şöyle dedi:

“Ey Medîneliler, acele etmeyin, şüphesiz biz onun Resulullah olduğunu bilerek develerimizi yorup geldik. Bugün onu Mekke’den çıkarmak bütün Araplara karşı çıkmaktır. O zaman da kılıçlar sizi ısırır ve hayırlılarınız öldürülür. Ya bu biate çok dayanıklı ve sabırlı olduğunuza inanıp O’nu tutacak ve mükâfatınızı Allah’tan bekliyeceksiniz... Veya canından korkan bir millet olduğunuzu kabul edip O’nu terkedeceksiniz... Bunu beyan ediniz. Allah mazeretinizi kabul eder.”

Dediler ki:

“Yavaş ol, ya Es’ad!... Allah’a yemin olsun ki, biz, bu biati bırakmayız; onu ebediyen koruruz.”
4. Doğrusu 72 kişidir.

Bunan üzerine kalktık ve Resulullah’a biat ettik. O bize şartını koştu. Mukabilinde de cenneti müjdeledi...

Öyleyse E n s a r, bu biatin zorluğunu açıkça ve yakinen biliyordu. Yine biliyordu ki, bu zorluklara karşılık dünyada kendilerine bir şey vad edilmedi. Hatta zafer ve galibiyet bile... Cennetten başka hiçbir şey vad olunmadı onlara... Bu hadise onların, biati ne derece iyi anladıklarını ve ona nasıl sarıldıklarını da gösterir... öyleyse hiç şüphe yok ki onlar; bu binayı ve bu hazırlığı yapan Muhacirlerin önde gelenleri ile beraber, Medine devrinin başlangıcında islam cemiyetinin sağlam temelini teşkil edeceklerdir...

Fakat Medine ’deki bu ihlâs ve samimiyetin devam etmediği görülür. Nitekim İslâm Medine’ye iyice yayılmağa başlayınca, kabilesi içinde yüksek mevkiye sahip bir çok insanlar, hem mevkiini, hem de kabilesini korumak için müslumanlara sokulmak zorunda kaldılar. Nihayet Bedir vakası meydana geldiği zaman, onların elebaşlarından biri olan Abdullah bin Übey bin Selûl; “bu beklenen bir şeydi” diyerek münafıklığını açığa vurdu... Sonra Islâm dalgasının sürüklediği birçok insanlar vardı ki, moda kabilinden îslâma girmişlerdi. Onlar münafık değil idilerse de, İslâmî bütün hakikatıyla anlamamışlar ve onun asil tabiatini huy edinememişlerdi.^ Böylece M e d i n e Cemiyetinin bünyesinde iman seviyesinin farklılığından gelen bir karışıklık baş göstermişti.

İşte burada Kur’an’ın biricik terbiyevî nizamı, işi de alıyor ve Resulullah’ın önderliğiyle bu yeni unsurlara yapacağını yapıyor. Bu yeni cemiyete dahil olan muhtelif unsurların birbirinden farklı inanç, ahlâk ve gidişatlarına arzu edilen nizam ve intizamı veriyor.

Nüzul tertibine göre medeni sûrelere baktığımız zaman; İslâm cemiyetinin muhtelif unsurları arasında akrabalık vesaire gibi kaynaşma ameliyesine büyük gayret sarf edildiğini görürüz. Kureyş’in inatla karşı çıkmasına, yarımadanın bütün kabilelerini ifsat etmesine; Yahudilerin de İsrarla direnmelerine ve bu yeni dine düşman olan unsurları tahrik etmelerine karşılık arka arkaya bu cemiyete dahil olan unsurların biribirine kaynaştırılması ve yek vücut haline getirilip aralarında insicamın hâkim kılınması büyük bir ihtiyaçtı.

Bütün bu gayrete rağmen, zaman zaman, özellikle şiddet anlarında bazı zaaf alâmetleri, nifak ve tereddüt, cana ve mala karşı aşırı
ihtiras, tehlikeler karşısında korku emareleri görülüyordu. Esasen cahiliyet ehli ile müslümanlar arasındaki münasebetin nihai ve kesin şeklini tayin eden inanç vuzuhsuzluğunun alâmetleriydi bunlar... Ard arda gelen Kur’an âyetleri, bu ârazların sebeplerini açıklıyor ve Kur’an’ın eşsiz Rabbani üslûbu ile bunu tedaviye çalışıyor... Burada misal kabilinden bazılarını zikredelim :

Ganimetlerin taksiminden bazı kimselerin hoşlanmayışı, Rabbin seni hak uğrunda (savaş için) evinden çıkardığı hale benzer. Çünkü müminlerden bir topluluk muhakkak ki (savaşa çıkmak) istemiyorlardı.

Hak meydana çıktıktan sonra da, onlar, bu savaş hususunda, gözleri görürcesine ölüme götürülüyorlarmış gibi, seninle, mücadele ediyorlardı.

O vakit Allah, yük kervanı ve silahlı birlikten birini size vad ediyordu, ki sizin olsun. Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını arzu ediyordunuz. Halbuki Allah, âyetleriyle hakkı ve İslâmî açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi diliyordu.

Bunun hikmeti: Kâfirler istemese bile, İslâmî tanıtıp yerleştirmek ve küfrü yok etmek içindi. (5)

Sana Kur’an’ı indiren O’dur. Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur’an’ın esasıdır. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki, (onların manası sizce anlaşılmaz) müteşabihtirler. İşte, kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te’viline yeltenmek için müteşabih olanlara uyarlar. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir, tümde kökleşmiş ve metin olmuş kimseler ise: “Biz ona (manası anlaşılmıyan müteşabihe) inandık; açık ve kapalı bütün âyetler Rabbimiz tarafındandır”, derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür.

Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma; katından bize bir rahmet ihsan et Şüphesiz ki Sen, çok çok bağışlayansın.

Rabbimiz! Muhakkak ki sen, geleceğinden hiç şüphe olmıyan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah va’dinden dönmez. (6)

5. Enfal: S, 6, 7. S.

6. AI-i tmrmn: 7, 8, 9.

 Bakmaz mısın, şu münafıklık yapanlara? Ehl i Kitabdan o kâfir olan kardeşlerine şöyle diyorlar. “Yemin ederiz ki, eğer siz (yurdunuz Medine’den) çıkarılırsanız, muhakkak biz de sizinle beraber (oradan) çıkarız; ve sizin aleyhinizde biç bir zaman kimseye itaat etmeyiz. Eğer savaş açılırsa, muhakkak size yardım ederiz.” Halbuki Allah şahidlik ediyor ki, onlar hakikaten yalancıdırlar.

Yemin olsun ki, (Medine’deki Yahudi Beni Kurayze kabilesi) eğer çıkarılırlarsa, (münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar; ve eğer onlara savaş açılırsa, onlara yardım etmezler. Bilfarz onlara yardım edecek olsalar, (bozguna uğrayarak) arkalarına dönerler. Sonra (Allah onları helak eder de artık) kurtarılmazlar.

Her halde onların (münafıklarla: Yahudi'lerin) yüreklerinde sizden olan korku, Allah’ınkinden ziyadedir. Bu, onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır. (7)


7. Haşr: 11, 12, 13.
Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın: Hani (Hendek savaşında sizi yok etmek için kâfirlere ait) ordular size gelmişti de, biz onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz (meleklerden ibaret) ordular salıvermiştik. Allah ne yapmakta olduğunuzu görüyordu.

O vakit kâfirler üstünüzden (vâdinin üst ve doğru tarafından) bir de altınızdan (vâdinin aşağı ve batı tarafından) size gelmişlerdi. O zaman gözler yılmış, kalbler gırtlaklara dayanmıştı. Allah’a da çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.

İşte burada müminler imtihan olunmuş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

O vakit münafıklarla kalblerinde bir maraz (şüphe) olanlar: “Allah ve Resulu, bize, aldatmadan başka bir va’d etmemiş.” diyorlardı.

O sıra münafıklardan bir gurub: “Ey Medine halkı! Burası sizin duracağınız yer değil, hemen (savaştan kaçarak evlerinize) dönün.” diyorlardı. Yine onlardan bir kısmı da Peygamberden izin istiyor; “Cidden evlerimiz açık kalmıştır (hırsızlardan korkuyoruz)” diyorlardı. Halbuki evleri açık değil, sırf kaçmak istiyorlardı.

Eğer (Medine’nin) her tarafından evlerine (düşman saldırısı ile) girilse de, sonra kendilerinden küfre dönüş istenilsc, hemen onu yapacaklardı ve bunda pek az duraklayacaklardı. (8)

Ey iman edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silahlarınızı takınarak cenge hazır olun da bildikler halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun.

Gerçek sizden öylesi (münafık) vardır ki, ağır alacaktır. Eğer size bir felâket gelirse diyecek ki: “Doğrusu Allah bana ihsan etti. Çünkü onlarla beraber savaşta bulunmadım...”

Ve eğer size, Allah’dan fetih ve ganimet gibi bir lütuf gelirse, sanki kendisi ile aranızda hiç bir tanışıklık olmamış gibi muhakkak şöyle diyecektir: “Ah, keşki ben de onlarla beraber olaydım da büyük bir nimet ve ganimete ereydim!”

Kendilerine: “Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin”, denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir topluluk, Allah’dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyor. Onlar: “Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı neye farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bırakaydın!” dediler. Onlara şöyle de: “Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret ise sakınanlar için muhakkak hayırlıdır; ve kıl kadar haksızlığa uğramazsınız.”

Her nerede olursanız, ölüm size erişir; velev ki tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun. Bununla beraber onlara (münafık ve kâfirlere) bir iyilik gelse: “Bu, Allah’dandır”, derler. Bir musibet de geldi mi: “Bu, senin uğursuzluğun dan dır”, derler. (Ey Resulüm) de ki: “Hepsi iyi ve kötüyü yaratmak Allah’dandır.” Fakat bu topluluğa ne oluyor ki, Kur’an’ı anlamağa yanaşmıyorlar. (9)

Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer siz iman eder ve (küfürden) sakınırsanız, (Allah âhirette) size mükâfatlarınızı verir. O, sizden mallarınızın tamamını da istemez.

Eğer sizden malların hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edip vermezsiniz; (Allah) bütün kinlerinizi de meydana çıkarır. 
S. Afanb: 9, 10. 11. 12, 13, 14.
9. Nisa: 71, 72, 73, 77, 78.

FizıUl-il Kur'an, C: J — F: 9

İşte siz, O kimselersiniz: (Mallarınızdan ancak yüzde iki buçuğunu) Allah yolunda harcamaya davet olunuyorsunuz da, yine içinizden kimisi cimrilik ediyor. Halbuki kim cimrilik etmiş olur. Allah Ganidir hiç bir şeyinize muhtaç değildir. Siz ise, muhtaçlarsınız. Eğer Allah’a ibadetten yüz çevirirseniz, sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Sonra onlar sizin gibi (itaattan çıkmış) olmazlar. (10)


<10. Muhammed : 36. 37. 38.

(Ey Resulüm, müminlerin esrarını Yahudilere nakleden) şu münafıklara bakmaz mısın? Allah'ın gazab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Onlar ne sîzdendirler, ne onlardan (Yeminlerinde yalancı olduklarını) bilip dururlarken de, yalan yere yemin ederler.

Allah o münafıklar için şiddetli bir azâb hazırladı. Gerçekten onlar, ne fena işler yapıyorlar!..

Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler de, (insanları) Allah’ın dininden çevirdiler. Onun için, onlara, hakaretti bir azâb var.

Mümkün değil, onları ne malları, ne evladları hiç bir surette Allah’dan kurtaramaz. Onlar, cehennemliktirler; onlar ebedi olarak kalacaklardır.

Allah, onları hep bir araya toplayıp dirilteceği gün (kıyamette), size yemin ettikleri gibi, O’na da yemin edecekler, (biz kâfir ve münafık değildik diyecekler) ve sanacaklar ki, bir şey yapıyorlar. İşte onlar; hep o yalancılardır.


Allah’a peygamberine muhalefet edenler, muhakkak onlar, (cehennemdeki) en alçaklarla beraberdirler.

Allah, şöyle hüküm vermiştir: “Celâlim hakkı için, muhakkak ki, hem ben galip geleceğim, hem peygamberlerim. Şüphe yok ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye galipdir.”

Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kimselerle sevişir bulamazsın; velev ki, o muhalifler, (soyca) babaları, veya oğulları, veya kardeşleri, veya hısım ve hemşehrileri olsun... İşte Allah, böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerine imam tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir. Onları, (ev ve ağaçları) altından ırmaklar akar Cennetlere koyacak, içlerinde ebedî olarak kalacaklardır, öyle ki, Allah onlardan razı, onlar da (bol ikramlardan dolayı) Allah’dan razı... İşte bunlar, Allah taraftarıdır, (dinin yardımcılarıdır). Dikkat edin ki, Allah taraftarı olanlar, gerçekten onlar, zafer bulanlardır (Dünya ve âhiret saadetine erenlerdir.(u)


_ Onun için kalblerinde nifak hastalığı olanları görürsün ki, kâfirlerle dostluk yapmak hususunda yarışırlar. Korkarız bir zaman inkılâbı ile İslâm mağlûp olur, derler. Fakat yakındır ki, Allah, müslümanlara zaferi veya kendi katından bir emir (münafıkların açığa vurulması emrini) getirir de nefislerinde gizlediklerine pişman olurlar.

Münafıkların hali açığa çıkınca müminler birbirine şöyle diyeceklerdi: “Sizinle beraber olduklarına, kuvvetli yeminleriyle, Allah’a yemin edenler şunlar mı? Onların bütün yaptıkları boşa çıktı da âhiret*e hüsran “perişanlık” içinde kaldılar.” (12)
 Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz, onlara (mektupla bağlılık ve) sevgi yolluyorsunuz; halbuki onlar, Kur’an’dan size geleni inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a iman ediyorsunuz diye, sizi ve Peygamberi (Mekke’den çıkarıyorlardı.) Eğer sîzler, benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için (Mekke’den Medine’ye) çıktınızsa (düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin). Siz, sevgi göstererek onlara sır veriyorsunuz; halbuki ben, sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da hep bilirim... Sizden kim bunu yaparsa, artık hak yolun ortasında sapıtmıştır, (kendini felâkete sürüklemiştir).

Eğer onlar size üstün gelseler, hepinize düşman kesilirler; ve size ellerini, dillerini kötülükle uzatırlar ve arzu ederler ki, hep kâfir olsanız!
11. Mücadele: 14. İS. 16. 17. İS. 19. 20, 21, 22.

12. Maide: 51. 52. 53.

(Eğer peygambere hiyanetlik ederseniz, Allah’ın azabına karşı) ne (Mekke’deki) akrabalarınız, ne de çocuklarınız size asla fayda vermez. Allah, kıyamet gününde aranızı ayıracaktır, (itaat edenleri Cennet’e isyan edenleri Cehennem’e koyacaktır). Allah, bütün yaptıklarınızı görendir.

Gerçekten İbrahim’in ve beraberinde olanların sözlerinde sizin için güzel bir örnek oldu: Vaktiyle kavimlerine dediler ki, “Biz, sîzlerden ve Allah’dan başka taptıklarınızdan beriyiz. Siz, Allah’ın birliğine iman etmedikçe, sizi (dininizi) tanımıyoruz. Sizinle aramızda ebedî düşmanlık ve kin baş gösterdi” Ancak İbrahim’in, babası için şöyle demesi müstesna olmuştur: “Elbette senin için mağfiret dileyeceğim; Fakat Allah’ın azabından biç bir şeyi kaldırmağa senin için gücüm yetmez.” (O halde ey müminler, siz şöyle deyin): “Ey Rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik, sana ibadete koyulduk ve yalnız Sanadır dönüş...” (13)


13. Mümtehine: 1, 2, 3, 4.

İslâm cemiyetinde zahir olan arazları göstermesi bakımından çeşitli sûrelerden seçtiğimiz bu 10 örnek maksada kâfidir sanırım. Aslında bu, tabiî ve kaçınılmaz bir neticedir. Zira İslâm topluluğunun temelini teşkil eden sağlam ve sarsılmaz nüvenin üzerine, henüz İslâm terbiyesine girmemiş unsurlar gelmiştir. Elbetteki bu unsurlar asıl nüve ile kaynaşıp meze oluncaya kadar bu türlü şeylere rastlanılacaktı. Kaynaşıp mezcolması ise zamana ve gayrete mutavakkıftı.

Ancak, Medine’deki İslâm topluluğu, ilk Ensar ve Muhacirlerin meydana getirdiği sağlam ve sarsılmaz temel üzerine kurulmuş olduğundan, topluluğa yeni katılan unsurların meydana getirdiği keşmekeşler onun seyrine tesir edemiyordu. Bu keşmekeş durumlar da zamanla unsuru aslî ile çeşitli yönlerden kaynaşmak sûretiyle ortadan kalkacaktı.

Zamanla bu unsurlar da eridi, temizlendi ve yukardaki kaideye uygun bir nizam ve intizama girdi. Münafıkların, müteredditlerin, korkakların ve zayıf kalpli insanların sayısı azaldı. Başkaları ile olan bütün münasebetlerini İlâhî akidenin esasları üzerine bina ettikleri halde, bu akideyi tam bir vuzuhla ruhlarına yerleştirmeyen kişilerin adedi asgarî hadde indi. Hatta Mekke Fethi yaklaştığı zaman İslam cemiyetinin, o samimî ve sağlam kaideye uygun olarak tam bir nizam ve intizama erdiği, emsalsiz Rabbani metodun hedef aldığı yüce seviyeye yaklaştığı bir zamanda... Evet, İslâm cemiyetinde o zaman bizzat akide hasletinin meydana getirdiği farklı dereceler vardı. İlk müslümanlar kendi derecelerinden temayüz etmişlerdi... Muhacir ve Ensar kendi derecelerinde temayüz etmiş, Bedir ehli temayüz etmiş, Hudeybiye ’de Biatur - Rıdvan ehil temayüz etmişti... Sonra Umumî vasfıyla fetihten önce mallarını hak yolda sarf ve muharebe edenler temayüz etmişti. İslâm cemiyetindeki bu amelî durumlar, hadisler ve âyetler, akide hareketinin meydana getirdiği bütün bu dereceleri teyid eder :

ileri geçerek öncülüğü kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzel güzel uyanlardan Allah hoşnud olmuştur. Onlar da Allah’dan hoşnuddurlar. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır. (14)

“Belki de Allah, Bedir ehlinin tutumuna karşılık şöyle buyurmuştu: “Dilediğinizi yapınız, size cennet vacip olmuştur.” (Hadisi Buhari tahric etmemiştir. Bu, Resulullah’ın Hz. Ömer'e verdiği cevaptır. Hz. Ömer; Resulullah’ın M e k k e ’yi fethetmek için hazırlık yaptığını beşeri bir zaafa düşerek gizlice K u r e y ş ’e haber veren Hatib ibni Ebî Betaa ’nın boynunu vurmak için Peygamberden izin istemiş ve şu cevabı almıştı.) :

Hakikaten Allah, (Hudeybiye’de) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit, o müminlerden razı oldu. Böylece kalblerinde olan sadakati bildi de, üzerlerine manevî huzuru indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber’in fethini) verdi

Bir de ele geçirecekleri (Hayber’deki) bir çok ganimetler mükâfat verdi, Allah Azîz’dir. Her şeye galibdir, Hakim dir. Hikmet sahibidir. (15)

(Ey müminler!) Size ne oluyor ki, Allah yolunda (mallarınızı) harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır (her şey O’nundur ve O’na kalacaktır; Çünkü bakî O’dur.) Fetihten (Mek-ke’nin fethinden) evvel, Allah yolanda harcayıp savaşanlarınız, diğerleri ile bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine Hüsna’yı Cenneti va’d buyurdu. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (16)
14. Tevbe: 100.

15. Fetih: İS. 19.
16. Hadid: 10.

“Yavaş ol, ya H â 1 i d !... Bırak ashabımı!.. Uhud dağı kadar altunun olsa da Allah yolunda sarfetsen kasem ederim ki ashabımdan bir adamın bir sabahki veya bir akşamki yürüyüşünün sevabına erişemezsin!...” (Hadisi, İbni Kayyim, “Za’d ül-Mead” adlı eserinde irat etmiştir. Resulullah bu sözü, Abdurrahman ibni Avfla beraber görünen Hâlid bin Velid’e söylüyor. Hem de Allah'ın kılıcı Halid bin V e 1 i d 'e... Ama Abdurrahman 'da, ilk İslama giren öncüler sınıfındandır. Ve Resulullah H â 1 i d ’e; “Bırak ashabımı” diyor. Yani o tabakanın, Medine 'deki İslâm cemiyetinde mümtaz ve özel bir derecesi olduğunu belirtmek istiyor.)

İman salabetleri ile İslâm toplumunun temelini teşkil eden bu zevat büyük bir değer taşıyordu. Fakat, bu demek değil di ki, bunların bu hali, diğer muhtelif derecelerdeki iman sahibi kimselerin biribirleriyle kaynaşıp temele intibak etmesine manidir. Bilakis, Mekke-nin fethinden önce Medine’deki müslümanlar arasında insicamlı kaynaşmalar olmuş, İman ve itikat yönünden birçok tereddütler bertaraf edilmiş, mal ve cana karşı aşırı ihtiraslar önlenmiş, fitne ve fesadın ateşi söndürülmüş ve böylece Medine’deki müminler topyekûn denecek şekilde cemiyetin sağlam temelini teşkil etmeye başlamışlardı.

Hicri sekizinci yıldaki Mekke fethi ve onu takiben Arap Yarımadası’nın K u r e y ş ’ten sonra en büyük iki kuvveti olan 
T a i f-teki Sakif ve Hevazin kabilelerinin Islâma girişleri ile İslâm cemiyetine yeniden fevc fevc insanlar dahil olmaya başladı. Tabiatiyle bu insanlar, iman dereceleri farklı olarak Islâma giriyorlardı. Bir kısmı İslâmî istemiyor, fakat münafıklığından kabul eder görünüyor, bir kısmı kalabalığa uyarak müslüman oluyor diğer bir kısmı ise, Müellefe-i Kûlup müslümanları idi.

Bunların hepsi de İslâmın hakikatine nüfuz edememiş ve İslâmın gerçek ruhu ile bağdaşamamış kimselerdi.

K u r e y ş ’in uzun müddet Islâma inatla karşı çıkışı da, Arap Yarımadası’nda İslâmın yayılmasına kuvvetli bir mani teşkil ediyor du. Çünkü K u r e y ş , Yarımada’da İktisadî, siyasî ve edebî nüfuzundan başka bilhassa dinî meselelerde yegâne söz sahibi idi. Küre y ş ’in yeni dine karşı takındığı bu muannit tavır; Yarımada’da yaşayan Arapların bu dine girmelerini önlemek veya hiç olmazsa Kureyşle Peygamber ve etbaı arasında vuku bulacak harbe kadar onları bekletmek, tereddütlere düşürmek gayesini taşıyordu... Fetihle beraber K u r e y ş ’in, fetihten sonra da Taifteki S a k î f ve H e v a z i n kabilelerinin İslâma meyletmeleri... Medine’deki üç yahudi kabilesinin azamet ve kuvvetlerinin nihaî olarak kırılması... Beni Kaynuka ve Benî Nadirin Şam’a sürülmesi.... Kureyza oğullarının yok edilmesi... Ve son olarak H a y b e r ’in İslâma girmesi... Bütün bunlar, insanların, Allah’ın dinine fevc fevc aktıklarını, İslâmın bütün Arap Yarımadası’na bir sene içinde yayıldığını ilân etmekte idi...

İslâm kıt’asının bu ufkî genişlemesi sonunda bu ülkeye bir takım zararlı unsurlar da dahil olmuştu. Ne var ki, Büyük Bedir harbini takip eden 7 sene içinde, İslâm terbiyesinin potası içinde bu unsurlar eriyip izale olmuştur. Her ne kadar bütünüyle Medine halkı bu akidenin sağlam temelleri üzerine tam oturmamış idiyse de güvenilir bir durum arzediyordu, şüphesiz İslâmın Arap Yarımadası’ndaki bu süratli ve ufkî genişlemesinden büyük tehlikeler zuhur edebilirdi. Fakat bütün bu işleri idare eden koruyucu Yüce Allah, Muhacir ve En-sarın kalplerini kaynaştırmış, Bedir zaferinden sonra nisbî bir gelişme kazanan bu dinin emin bir dayanağı olmalarını sağlamıştır. Aynı şekilde Yüce Allah, Mekke fethini müteakip süratle gelişen îslâmın emin bir dayanağı olmaları için bütün Medine cemiyetini hazırlamıştı... Yüce Allah, risaletini nasıl tamamlayacağını çok iyi bilir...

Bu hususta meydana çıkan ilk keyfiyet, “Tevbe” sûresinde de zikredildiği gibi H u n e y n gününde müşahede edilendir :

And olsun ki, Allah size birçok savaş yerlerinde, sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çokluğunuz size bir fayda vermediği,yer yüzü bütün genişliği ile size dar geldiği,nihayet arka cevirerek dönüp gittiğiniz H a n e y n gününde de size yardım etti.


Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmedikleri ordular indirdi. Kâfirleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezan budur.

Evvelemirde bu hezimetin zahiri sebeplerinden biri şudur: Fetih günü “İstemeyerek” İslama giren 2.000 kişi, M e k k e ’yi fetheden 10.000 mevcutlu Medine ordusuyla beraber sefere çıkmıştı. On binlerce askere rağmen bu 2.000 gönülsüzün varlığı orduda insicamsızlığa sebep olmuştu. Kaldı ki ordu tümü itibariyle B e d i r 'le Mekke fethi arasındaki uzun zaman boyunca talim ve disiplini tamamlanmış samimî ve sağlam bir temeli temsil etmekten uzaktı.

Keza T e b û k gazasında görülen üzücü olaylar da; bu sür’atli gelişmenin ve iman dereceleri muhtelif olan gurup gurup insanların Islâma girişlerinin tabii bir sonucudur. İşte Tevbe Sûresinin temas ettiği, o uzun, mufassal ve çeşitli Üslûplarla yapılan açıklamalar ve bizim bunları arzederken misal kabilinden serdettiğimiz ifadeler bu olayları dile getirmektedir.

Fetihten iki sene sonra yani Resulullah’ın, ruhunu Allah’ına teslim ettiği günlerdeki İslâm cemiyetinin tarihi olaylarını inceleyecek olursak, görürüz ki; bütün Arabistan irtidad etmiş, ancak saf ve sağlam temeli temsil eden Medine cemiyeti, dinde sebat etmiştir. Bunun izahı kolaydır... Fetihten sonraki farklı iman seviyeleri ve bozuk sistemleriyle bölük bölük Allah'ın dinine giren insanların ruhlarına Islâmın hakikatini yerleştirmek için iki senelik bir zaman kâfi gelmemişti. İşte, Resulullah irtihal edince, bozuk Arap Yarımadası halkı sarsılmaya başladı. Ama saf ve sağlam temel varlığını muhafaza etti. O zaman bu temel toplum bütün sağlamlığı, saflığı ve intizamıyla tek başına bu azgın dalgaların karşısına dikildi ve onu tekrar asıl mecrasına iterek insanları yeniden îslâma bağladı...

Bu hakikati bu şekilde kavramak sûretiyle İlâhi davetin M e k -k e ’de maruz kaldığı uzun sıkıntı yıllarında zalim müşrikleri müminlere musallat ederek onlara eziyet etmellerinde, dinde yaratılan fitne sonucu kanlarını akıtmalarına ve istediklerini yapmalarına müsade etmesinde, Allah'ın, tedbir ve hikmetini anlamamız mümkündür...

Yüce Allah, şüphesiz biliyordu ki, ilk cemaati terbiye etmek ve
onları bu akidenin sağlam temeli haline getirmek için uygulanan bu metod sağlam ve garantili bir metottur. Bu uzun sıkıntılar olmadan
pişmek ve selabet kazanmak mümkün değildir. Allah yolunda yürürken kazanılan ihlas, samimiyet ve selabet sayesindedir ki; eziyete, işkenceye, ölüme, tehlikeye, sürgüne, açlığa ve mahrumiyetlere göğüs germek mümkün olmaktadır. İslâm cemiyetinin temelini teşkil eden asıl nüvede bu yüksek vasıflar mevcuttur.

İlk Muhacirlerle ilk Ensardan meydana gelen bu sarsılmaz temel — Bedirden önce — Medine’deki İslâm topluluğunun temelini teşkil ettiği gibi, Bedir zaferinden sonraki sür’atli genişleme sonucu husule gelen gevşeme ve sarsıntı karşısında da Islâmın yegâne koruyucusu olmuştur. Bilindiği gibi gevşeme ve sarsıntılar, İslâmî kabul etmekle beraber henüz Islâma intibak edememiş olan zayıf imanlı topluluklar yüzünden meydana geliyordu.

Ve nihayet, fetihten önce bütün M e d î n e ’yi içine alacak kadar sınırlarını genişleten bu kuvvetli temel; her halükârda Islâmın hâmisi olmuş, onu fetihten sonraki sarsıntılardan, Resulullah’ın vefatı ile Arapların irtidat etmeleri sonucu husule gelen büyük sarsıntılardan korumuştur.

Bu hakikat bize, hem M e k k e ’de İlâhi davetin maruz kaldığı uzun sıkıntılarda, hem de Medine devrinin başlangıcından Hudeybiye anlaşmasına kadar İslâm cemiyetinin karşılaştığı zorluk, meşakkat ve tehlikeler de Yüce Allah’ın hikmet dolu tedbirini ifade etmektedir... Keza bu hakikat, her zaman ve mekânda, daima yeni hamlelerle ilerleyen islâmî hareketin canlı nizamını ve onun değerini göstermektedir.

(■— Başlangıçtan itibaren samimi müminler bu sağlam temeli ayakta tutmak için bütün gayretlerini sarfetmeyi vazife edinmişlerdir. Onlar zaten sıkıntı ile yoğrulmuşlar, sıkıntılara sabretmeye alışmışlardır. Kuvvetlerini, dini salabetlerini ve anlayışlarını artıran derin bir iman terbiyesiyle terbiye edilmeye gayret sarfetmelidirler. Bununla beraber o parlak, sağlam, ihlas ve samimiyet dolu temeli ayakta tutabileceklerini garantiye almadan ufki bir genişlemeden şiddetle sakınmalıdırlar. Temeli sağlama almadan hudutları genişletmek bütün faaliyetlere son verecek kadar büyük bir tehlikedir. Bu bakımdan ilk davetin yolu ve ilk cemaatin üzerinde yürüdüğü Nebevi, Rabbani ve canlı nizamın tabiati bu kanuna tamamen mutabıktır.

Şu da bir hakikattir ki, Yüce Allah, kendi ilahi daveti için bu hususu tekeffül etmiştir. Şayet bu davet için sağlam bir hareket arzu ederse, davetinin öncülerini uzun sıkıntılara maruz bırakır... Yardımını geciktirir... Sayılarını azaltır... İnsanların onlara iltihaklarını geri bırakır... Ta ki onların sabrettiklerini, Allah’a dayandıklarını, daima hazır olduklarını ve kendilerini ıslah ettiklerini görünceye kadar. .. Çünkü onlar, o emin, samimi, sağlam ve ihlas dolu ana temeli meydana getireceklerdir... Yüce Allah sonra, onların gidişatlarını kendi eliyle değiştirir... Allah, emrinde galiptir; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

*0

Şimdi de sûrenin ihtiva ettiği başlıca mevzuatı, özellikle İslâm topluluğunun diğer topluluklarla olan münasebeti hakkında beyan edilen hükümleri kısaca arzetmeğe çalışalım... En son nazil olan ahkâm sûrelerinden olması hasebiyle bu sûrede varit olan hükümler, İslâm nizamındaki faaliyet metodunun zirvesini temsil eder...

Burada, bu nizamın tabiati hakkında dokuzuncu cüzde (Enfâl Sûresinde) söylediklerimizi tekrar etmeyi uygun gördük. Böylelikle bu nihai hükümleri daha iyi anlama imkânım elde edeceğiz. Aynı ifadelerin tekrarı hoş olmasa dahi, mevzuun canlılığını koruyabilmek için bunda zaruret görüyoruz :

CİHADIN MERHALELERİ

İbnül Kayyim el Cevzi “Zadül M e a d ” adlı kıymetli eserinde “Bu bölüm Hz. Peygamberin bi’setinden Aziz ve Çelil olan Rabbına kavuşuncaya kadar münafıklar ve kâfirler ile münasebeti beyanındadır” adını verdiği kısımda İslâm’da Cihadın merhalelerini şöyle özetler: Rabbî Tebareke ve Teâlâ’nın, O’na indirdiği ilk vahiy “Kendisini yaratan Rabbinin adıyla okuma” sı idi. İşte nübüvvet ilkin böyle başlamıştı, önce kendisinin okumasını emretmişti ve daha tebliğ vazifesini yüklememişti. Sonra gelen emirde: “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut” diye buyuruluyordu. Haber, “oku” emriyle gelmişti. Risalet ise “Ey örtüsüne bürünen” fermanıyla gerçekleşmiş oluyordu.
Sonra yakın akrabalarını korkutması emredildi. Sonra da bütün kavmini ve arkasından o muhitteki bütün Arapları korkutması emredildi... Nübüvvetinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen davetini savaşa ve cizyeye baş vurmadan yürütüyordu. Hep sabır, direnme ve iyilikle hareket etmesi bildiriliyordu. -—

Sonra hicret izni çıktı. Ve hicret ile birlikte savaş müsadesi. önce kendisiyle savaşanlara karşı savaş açmasına ve başkalarına savaş açmamasına izin verildi. En sonunda da bütünüyle din Allah için olana kadar müşriklerle savaşması emrolundu... Ve artık cihad emrinin gelişiyle kâfirin- üç kısma ayrılmış oldu.

1 — Barış ve anlaşma yapılanlar,

2 — Harb edilenler,

3 — Zimmiler.

önce kendileriyle barış anlaşması yapılmış olanların anlaşmasının devam etmesi belirtildi. Kendileri anlaşmaya sadakat gösterdikleri müddetçe barışın bozulmaması emredildi. Şayet peygamber onların ihanetinden endişe edecek olursa anlaşmalarını bozar ve anlaşmanın bozulduğunu kendilerine bildirdikten sonra savaş ilân edebilirdi Tevbe Sûresi nazil olduğunda bu bölümler ile ilgili hükümler de nazil oldu. Peygambere gelen emirde cizye verinceye veya müslüman oluncaya kadar Ehil Kitab ile savaşması bildirildi. Kâfirler ve münafıklar ile savaşılıp onları ezmek gerektiği belirtildi. Peygamber kâfirler ile hem kılıçla, hem de okla savaştı. Münafıklar ile de deliller serdederek ve konuşarak savaşması emrolundu.

Mezkûr sûrede kâfirlerle yapılan anlaşmaların feshedilmesi de belirtildi. Böylece; kendileriyle anlaşma yapılanlar üç kısma ayrılıyordu. /

1 — Bir kısmının öldürülmesi emrolunmuştu ki, bunlar anlaşmalarını bozup, şartlarını yerine getirmeyenlerdi. Bu yüzden Hz. peygamber de onlarla savaşmış ve onları mağlûb etmişti.

2— Bir kısmı ile de muvakkat anlaşmalar yapılmıştı ki; bunlar anlaşmayı bozmamış ve şartlarına riayet etmişlerdi? Bunların da anlaşma müddeti sona erinceye kadar anlaşmanın gereklerinin yapılması bildirilmişti.

3— Diğer bir kısmı ise ne anlaşma yapmışlardı, ne de savaş açmışlardı. Yani mutlak manada bir muahede carî idi aralarında. 

Gelen emirde onlara da dört ay mühlet tanınması bildirildi. Dört ay son bulunca onlarla da savaşılabilirdi. Ama onlardan mutlak manadaki anlaşmayı çiğneyenler öldürüldü, hiç anlaşmamış olanlara da dört ay mühlet tanındı. Allah’ü Teala peygamberine; ahdine sadakat gösterenlerin ahdi tamamlanıncaya kadar anlaşmayı sürdürmesini bildirdi. Ancak bunların hepsi de Müslüman oldular ve bu müddet zarfında aralarında kâfir kalmadı. Zimmilerden de cizye alındı. İşte böylece Tevbe Sûresinin nüzulünü müteakiben kâfirler üç gruba ayrılmış oldular. Kendileri ile savaşanlar, anlaşma yapılmış olanlar ve zimmiler... Sonra anlaşma ve barış yapılmış olanlar da müslüman olduğundan geriye kendileriyle savaşanlar ve zimmiler olmak üzere iki grup kaldı. Böylece yeryüzünde üç grup insan teşekkül etmiş bulunuyordu: 

I — İnanmış Müslümanlar,

II -— Eman verilerek barış yapılmış olanlar,

III — Korku içerisinde bulunan karşı savaşçılar.

Hazreti Petgamberin münafıklar ile olan siretine gelince, münafıklardan açıkça imanını izhar etmiş olanları kabul edip, gizli taraflarını Allah’a havale etmesi emrolunmuştu. Onlara karşı ilim ve hüccete dayalı bir cihad metodu takib etmesi, meseleleri nefislerine hulul edecek tarzda tebliğ ederek üstünlüğünü göstermesi belirtilmişti. Ama namazlarını kılması ve kabirlerine gitmesi yasaklanmıştı. Ve açıkça bildirilmişti ki onlar için Allah’tan istiğfar dilese dahi asla affedilmeleri bahis mevzuu değildi... İşte peygamberin kâfirlerden ve münafıklardan müteşekkil düşmanlarına karşı sireti seniyyesi böyle idi.”... İslâm’da cihadın merhalelerini anlatan bu güzel özetten, bu dinin hareket metodu ile ilgili çok derin ve köklü işaretleri açığa çıkıyor ki bunların üzerinde uzun müddet durup düşünmek gerekir. Ne var ki biz GÖLGELER de kısaca işaret edip geçmek zorundayız :

BİRİNCİ ÖZELLİK:

Bu dinin metodundaki ciddiyet ve pratiklik. İslam, beşeriyetin pratik hayatım gözönüne alan bir harekettir. İslâm, insanın pratik yaşayışındaki bütün ihtiyaçlarını karşılayacak kudrete maliktir. O, maddî kuvvetlere sahip sultaların dayanağı, pratik ve ameli nizamların desteği olan cahiliyet düşünce ve itikadına karşı koyar. O yüzden pratik hayatın bütün icablarını tamamen karşılar. İslâm düşünce ve inançları düzeltmek için bu ihtiyaçları davet ve beyan prensipleriyle açıklar. Cahiliyet sistemi üstüne oturan düzen ve sultaları yıkmak için de C1H A D ve kuvvet prensibini kullanır. İslâm, öyle bir hareket sistemidir ki maddî sultaların karşısına tatlı dil ve beyanla^ boyun~~ eğerek çıkmadığı gibi fertlerin vicdanına karşı da maddi güçlerini seferber etmez, kuvvet kullanmaz Kuvvetde beyan gibi dinin takip ettiği metoddur. İslâm insanlığı kula kulluk etmekten kurtarıp Allah’a kulluk ettirmeğe çalışır.


İKİNCİ ÖZELLİK:

Hareketli ve pratik oluşudur. İslâm’ın kendisine mahsus hareket merhaleleri ve devreleri, her devrenin de istek ve ihtiyaçlarını karşılayıcı bir takım vasıta ve yolları vardır. Her merhaleyi bir sonraki merhale takip eder. İslâm, vakıaları mücerret nazariyelerle cevap vermediği gibi her merhaledeki ihtiyaç ve isteklere de ayrı şekilde değişmeyen, klişeleşmiş yollarla mukabele etmez. Cihad konusunda KUR’AN’dan deliller göstererek bu dinin metodunu anlatmak isteyenler bu özelliklere dikkat etmiyorlar. Bu sistemin takip ettiği merhalelerin tabiatını ve muhtelif nasların her merhale ile olan ayrı münasebetlerini bilmiyorlar. Çok kere büyük hatalara düşüp, İslâm'ın cihad metodunu yanlış kılıklara sokuyorlar. Nasları nihai kaide ve prensiplerin ihtimali haricinde olan şeylere hamlederek, Kur’-an’ın her nassını (nihaî nass olmasa bile) bu dinin en son kaide ve prensipleriymiş gibi kabul ediyorlar. Adlarından başka birşeyleri  Müslüman olmayan, İslâm’ı dış görünüşüyle anlayan, yabancı fikirlerin aklen ve ruhen te’siri altında kalanlar İslâm’ın güya savunmak için cihad ettiğini, cihadın bir müdafaa harbi olduğunu ileri sürerler. İslâm’daki cihadı gerçek manasından çıkartmakla güya Islâm’a iyilik yaptıklarını sanıyorlar! O yol!.. Bütün putları yeryüzünden yok etme yolu... İnsanları yalnız Allah’a kul etme yolu... İnsanları kula kulluktan kurtarıp, kulların Yaradanına kulluk ettirme yolu... İnsanlara zorla inancı kabul ettirme yolu değil... Fertlere baskı yapan siyasi diktaları devirip, vicdanlara tahakküm etmeden hürriyet  içinde dilediği sistemi seçme yoludur...

ÜÇÜNCÜ ÖZELLİK :

İslâm, ilk gününden beri — ister Peygamber’in yakın akrabalarına, ister Kureyş kabilesine, ister bütün Arap kabilelerine, isterse bütün cihana hitabederken olsun — hep aynı metodla hitabeder. Ve onlardan bir tek şey ister. O da kullara kulluktan kurtulup, yalnız Allah’a kul olmaktır. Sonra İslâm bu biricik hedefine ulaşmak için belirli metodlar dahilinde, belirli merhaleler katederek ilerler, önceki bahiste söylediğimiz gibi her merhalenin kendine has usulleri vardır.

DÖRDÜNCÜ ÖZELLİK:

“Zâd-ül-Mead” dan aldığımız özette belirtildiği gibi müslüman ' toplumla, müslüman olmayan toplum arasındaki ilgileri belirten hükümler ve bu hükümlerin aslı olan yalnız Allah’a teslim olma esası, bütün beşeriyetin yerine getirmesi ve boyun eğmesi gereken âlemşümul esas: Bu davetin önüne maddi güçler veya siyasi sistemlerle karşı durulmaması esası... Fertleri kendi hallerine bırakıp kendi iradeleriyle diledikleri inancı seçmeleri esası... Ona hiç bir şekilde savaş | veya mukavemetle tesir etmeme esası... Kim bunlardan birisini yaparsa İSLÂM onunla öldürünceye veya teslim alıncaya kadar savaşır. (17)

SÖYLEMEK İSTEDİĞİMİZ

Sadece biz burada çok önemli birhusus üzerinde durup şunları söylemek istiyoruz: Merhale merhale gelmiş bulunan bu hükümlerin hepsi Tevbe Sûresindeki son hükümlerin nüzulünden sonra bir daha hiç tatbik edilmemek üzere — şartlar nasıl olursa olsun — nesh edilmiş değildir. Zira muhtelif şartlar altında ve değişik zamanlarda karşılaşılan pratik durumlar ve hareket strajesi — mutlak bir ictihad yoluyla — hangi ahkâmın hangi şartlara ve zemine uygun düşeceğini belirtir. Hangi zamanda ve hangi zeminde hangi hüküm geçerli olacağını ve tatbik edilmesi gerektiğini kesin olarak tahdid eder. Bunun yanı sıra da hedefi teşkil eden en son hükme doğru gidilmek gerektiğini ve İslâm cemiyetinin nihai hükümleri ne zaman tatbik etmesinin icabettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Nitekim Tevbe Sûresinin nüzulu sırasında da durum bu şekilde idi. Bu nihai hükümlerden sonra gelen İslâm fütuhatı devrinde de durum aynı şekil de cereyan etmiştir. İslâm fütuhatı esnasında gerek putperestlerle gerekse Ehli Kitab ile aynı şekilde münasebet devam ettirilmiştir.

Günümüzde — adından başka hiç bir şeyi müslüman olmayan — müslüman artığı kimselerin karşı karşıya bulunduğu acı durumdan ötürü manen hezimete uğrayan ve müsteşriklerin hileli oyunları karşısında direnmeyip İslâmdaki cihad mefkuresini temelden değiştirmeye çalışan bazı kimseler Islâmın; kullan, kullara kulluktan kurtarıp yalnızca kulların Yaradanına kul etmek isteyen ve yeryüzüne çöreklenmiş olan bütün putları yerle bir edip yıkmak isteyerek Allah’tan başkasına kul etmeye çalışan güçleri ezip, Allah'ın şeriatından başka yol, Allah'ın hükmünden başka hüküm arayanları silip atmak isteyen bütün atılımlarının üzerine istinad ettiği gerçek cihaddan kaçıp kurtulmak için merhale merhale inmiş bulunan hükümlerden kendileri için bir barınak yapmaya çalışmaktadırlar.

Bundan dolayıdır ki bakıyoruz onların dillerinde şu sözler dolaşıyor. Madem ki Allah’ü Teâlâ: “Onlar barışa yaklaşırlarsa sen de yaklaş. Ve Allah’a dayan” “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan ve yurdunuzdan çıkarmayanlardan uzaklaşmanızı yasaklamaz.”... “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Ama aşırı gitmeyin çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”... De ki “ey Ehil Kitab geliniz bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimede birleşelim. Allah’tan başkasına tapınmayalım, hiç bir şeyi O’na ortak koşmayalım. Ve aramızdan bir kısmımız bir kısmımızı Allah’tan başka Rab ittihaz edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyiniz ki: “Görünüz işte biz müslümanlarız”... buyuruyor...

Onlar da başlıyorlar hemen gevelemeye: “Şu halde İslâm, sadece | İslâm yurduna saldıranlara karşı savaşmayı emretmektedir. Veya dışardan İslâm diyarını tehdide yeltenenlere savaş açmaktadır.” Baksanıza Hudeybiye de putperestlerle muahede yapmıştır Hazreti Peygamber. M e d î n e ’de de gerek yahudilerle gerekse müşriklerle bir çok kerre anlaşmalar yapmıştır... Bunu söylemekle onlar — kendi mehzum düşüncelerine göre — İslâm'ın yeryüzündeki di-

ğer insanlara karşı hiçbir hareketinin olmadığın» ve onlara bir şey demediğini belirtmek istiyorlar. Başka yerlerdeki insanların Allah’tan başkasına tapınıp tapınmamalarıyla İslamın hiç bir ilişkisi yoktur. İnsanlar isterse başka yerlerde Allah’tan başka birbirlerini Rab edinsinler ne ilgilendirir İslamı? Madem ki müslümanlar kendi yurdlarında emniyet içindedirler geriye hiç bir mesele kalmaz. Bu çok kötü ve yanlış bir anlayış tarzıdır. Sadece İslamı kötü anlamaktan da ibaret değil Allah’a karşı beslenen bir kötü zamanın ifadesidir. Onları bu nevi hareketlere sevkeden amil de müslümanların bu gün karşı karşıya bulundukları kötü ve talihsiz durum karşısında ruhen hezimete düçar olup dünyanın dört bucağında İslama karşı girişilen hücumlar muvacehesinde müslümanların kendilerini savunamamalarından ileri gelen bir hezimet psikolojisidir...

Eğer onlar bu beynelmilel güçler karşısında sadece ruhen hezimete uğrayıpta bu hezimetlerini bizzat Islâma da mal etmemiş olsalardı mesele gayet basit bir şey olurdu. Kendi durumlarının zaafını islâma yüklemeselerdi elbette ki önemsiz bir konu olurdu. Halbuki bu zaafın asıl sebebi onların doğrudan doğruya Islâmdan uzaklaşmış olmalarıdır. Ne var ki onlar kendi durumlarını görmemezlikten gelerek zaaflarını ve hezimetlerini Allah'ın sapasağlam dini mübinine yüklüyorlar.

Aslında bunların bir sığmak olarak başvurdukları nasslar muayyen bir durumu ilgilendiren ve merhaleli olarak gelmiş olan nasslardır. Evet ama bu merhalelerin bir benzerinin İslâm ümmetinin hayatında tekerrürü mümkündür. Aynı merhaleyi yeniden yaşaması imkân dahilinde olabilir. İşte bu gibi haller de onun bulunduğu merhalede inmiş olan hükümler uygulanır. Zira onların pratik hayatları tıpkı o merhalede inen âyetlerin nazil olduğu devredeki gibir. Bu hükümleri ihtiva eden âyetler o devrede inmiştir ve bunların için de bulunduğu şartlarda o âyetlerin indiği devreye benzemektedir. Şu kadar var ki her zaman gözönünde bulundurulması gereken husus bu hükümlerin en son hükümler olmadığını bilmektedir. Bu hükümler o konuda varid olan hükümlerin en sonuncusu değil sadece o merhaleye uygun düşenidir. Atılan adımların en son noktası bundan ibaret değildir. Burada üzerinde özellikle durduğumuz husus İslâm ümmetinin kendi durumunu düzeltmek için adım adım ilerlemesi ve her merhalede o merhaleye uygun düşen hareketi seçmesidir. Bu atılan adımlarla önüne dikilen engelleri yendikten sonra en son nazil olan sûrede varid olan nihaî hükümleri tatbik sahasına kor. Tabiatı itibariyle bu son gelen hükümler merhale merhale gelen hükümlerden çok farklı olacaktır.

Aslında müşriklerle ilgili en son nazil olan hüküm şudur : “Allah’dan ve peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır:

Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı aciz bırakamıyacağınızı, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.

Allah ile peygamberi tarafından, Haccı Ekber günü malûm olsun ki Allah da peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı aciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı müjdele!..

Yalnız, andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Şayet müşriklerden biri sana sığınacak olursa Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.”...

Ehli Kitab (yahudi ve hıristiyanlar) ile ilgili en son varid olan hüküm ise aşağıdadır:

“Kendilerine kitab verilmiş olanlardan Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlarla boyun eğerek cizye verene kadar savaşın.”

Şayet bu gün müslümanlar bulundukları durum itibariyle bu hükmü tatbik edecek güçte değillerse tabiatiyle geçici bir müddet için bu hükmü tatbik ile mükellef değillerdir. Çünkü Allah kişiye taşıyamıyacağı yükü yüklemez. Bu hükümden önceki merhalede inmiş olan âyetleri tatbik ederler. Sonra merhale merhale gelişerek şartları ve güçleri el verdiği zaman en son âyetin hükmünü tatbik etmeye çalı-
şırlar... Ama bunun yanısıra âyetlerin boynunu büküp nihaî merhalede gelen hükümleri ilk merhalede gelen hükümlere uydurmak için çırpınmamalıdırlar. Ve kendi zaaflarını — geçici de olsa — Allah'ın sapasağlam mübarek dinine yüklemeye kalkışmamalıdırlar, “barış dini”, “selâmet dini” gibi paravanaların ardına sığınarak bu dini gülünç duruma düşürmekten ve gerçek veçhesini kapamaya kalkmaktan Allah’a sığınmalıdırlar. Doğrusu, bu din barış dinidir, sulh ve selâmet dinidir... Ama unutulmaması gereken bir esas var: Bütün beşeriyeti Allah’tan başkalarına kul olmaktan kurtarıp tam manasıyla bir sulh ve selâmete girdirmek gerek... Bu din Allah’ın nizamıdır ve Allah beşeriyeti o ulvî nizamına erdirmek için yücelere çıkartmak istemektedir. Bir kul nizamı değildir... Bir beşer müfekkiresinin mahsûlü nizam da değildir... Ki o uğur da çalışan dâva adamlarını hor ve hacîl düşürerek son hedeflerinin insanları kendi istekleriyle hürriyetlerine kavuşturmak için önlerine dikilen her türlü engeli yıkıp yok etmek olduğunu ilân ettirsin...

İnsanların tabiî oldukları nizam beşer elinin mahsulü ve beşer yapısı olursa... İnsanların hayatına hükmeden prensipler yine kendileri gibi birer insan olan kimseler tarafından vazedilmiş olursa... Bu durumda her sistemin ve prensibin kendi hududları dahilin de rahat ve emniyet içinde hüküm sürüp gitmesi normal olabilir. Madem ki başka yerlerde yaşayanlar o sistemin hâkim olduğu bölgelere saldırmamaktadırlar o zaman bunun da onlara müdahele etmemesi normaldir. Bu durumda çeşitli görüşlerin sistem ve prensiplerin sulh içerisinde diğerine hiç müdahele etmeksizin geçip gitmesi tabiîdir.

Ama tabiî olduğunuz nizam bir kul yapısı nizam değil de Allah yapısı sistem olursa, Allah tarafından bir hüküm ve şeriat vazedilmişse.*.. Bu sistemde ibadet edilebilecek tek mabud Allah olursa... Karşısında da beşer yapısı sistemler bulunur ve bu sistemler de kulun kula kulluğu esasına dayanırsa... O zaman elbette ki mesele kökten değişecektir... Tabiî olarak İlâhî nizamın beşer elinin mahsulü olan diğer nizamları ve engelleri aşması ve kulları kullara kulluktan kurtarıp yalnız ve yalnız Allah’a kul etmesi, sonra da herkesi dilediği akideyi seçmek hususunda hür ve serbest bırakması gerekecektir. Bundan daha tabiî hiç bir şey olamaz.

Ruhen ve manen hezimete uğramış olanların Islâmın yayılışı ve
atılış hareketini kendileri için bir sıkıntı ve tevehhüm edip, Islâmın kulları kullara kulluktan kurtarıp gerçek hürriyetine kavuşturduktan sonra dilediği akideyi seçmesi konusunda serbest bırakmasını yanlış bir vehim ile yorumlamak için âyetlerin ve nassların boynunu eğip bükenler ve bir kurtuluş deliği arayanlar... İşte bu büyük gerçeği unutmaktadırlar... Karşılarında İlâhi bir nizam bulunduğunu ve bu nizamda yalnız ve yalnız Allah’a kul olunduğunu ve kulların kullara kulluğunun katiyetle reddedildiğini unutmaktadırlar...

Bu dinde cihad mefkuresinin kendi öz kaynaklarından nebeân eden sebepleri ve nedenleri vardır. İşte ruhen ve manen hezimete mübtelâ olmuş bulunanlar kendi hezimetlerini bu dine ve onun temel prensiplerine mal edeceklerine bu temel kaynaklara göz atsınlar. (*) Olur ki Allah kendilerine izan verir ve müttaki kullarına ihsan buyurduğu tevfikatı süphanisine nail olurlar...

Son olarak şunuda belirtelim :

Hz. Osman’ın mushafında, diğer sûrelerde olduğu gibi bu sûrenin başında da besmele yazılmamıştır. Tirmizi, İbni Abbas’ın şöyle dediğini rivâyet eder :

Osman ibni Affan’a dedim ki: “Sizi E n t â 1 Sûresi ile Berât Sûresini yanyana getirmeye ve aralarına besmele yazmamaya sevkeden âmil nedir? Berâe Sûresinin “Seb’it-Tıvâl” yedi uzun sûreden olduğunu mu belirtmek istediniz? Neden yaptınız bunu?”

Hz. Osman dedi ki:

öyle zaman olurdu ki Resulullah’a müteaddit sûreler parça parça nazil olurdu. Bir şey nazil olduğu zaman kâtiplerden bazılarını çağırır ve şöyle buyururdu :

“Bu âyeti, şu sûrede zikrolunan şu yere koy.”

E n f â 1 Sûresi, M e d i n e ’de ilk nazil olan sûrelerdendir. Berâe Sûresi ise Kur’ân’ın son nazil olan sûrelerindendir. Fakat bu
Bkz: Enfal sûresi mukaddimesi.

sûrenin mevzuu E n f a 1 Sûresinin mevzuuna çok benzemektedir. Bu sûrenin onun devamı olmasından korktum. Resulullah da, onun devamı olup olmadığını beyan etmeden bu dünyadan göçtü. Bundan dolayı bu iki sûreyi yanyana getirdim, fakat aralarına Besmele yazmadım ve her ikisini de uzun sûrelerden addettim.”

Bu rivâyet, her iki sûrenin bu şekilde konulmasına, aralarına Besmele konulmamasma dair makbul bir izahın takdimine en uygun rivâyettir. Böylelikle sûrelerdeki âyetlerin yerleştirilmesi, yerlerine konulması işinin, Resulullah’ın hayatında ve O’nun emri ile yapıldığını da öğrenmiş oluyoruz. Mevcut bir vakıaya karşı veya bu dinin pratik ve hareketli metoduna uygun hükmü bir tekâmül anında bir veya bir kaç âyet nazil olunca, Resulullah, inen âyetin hangi sûrenin neresine konulacağını emir ve beyan ederdi. Böylelikle her sûrenin tazammun ettiği âyetlerde ve onların tertip ve tanziminde muayyen bir hikmet tezahür ediyor.

Daha önce defalarca belirttiğimiz gibi her sûrenin özel bir “şahsiyeti” olduğunu ve bu şahsiyetin simasını belirten muayyen alâmetler, muayyen bir havaya ve muayyen bir ize sahip olduğunu burada bir kere daha belirtelim. Sonra bir tek sûrede bile o şahsiyeti meydana çıkaran ve o simayı tekid eden muayyen ifadelerin bulunduğuna işaret edelim. Hatta yukardaki paragrafta ve ondan önceki 1 b n i A b b a s hadisinde defalarca tekrar ettiğimiz bu açık ve vazıh hakikati belirten ifadeler vardır.

Şimdi sûrenin izahı hakkındaki bu kadarlık sözü kâfi görelim ve bizzat sûrenin akışında sıralanan İlâhî âyetlerle yüzyüze gelelim.

Muvaffakiyet Allah’dandır... Kolaylık da O’ndan gelir...



1 — Allah’dan ve peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır :
2 — Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı âciz bırakamıyacağınızı, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin

3 — Allah ile peygamberi tarafından, Haccı Ekber günü malûm olsun ki Allah da peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı müjdele!..

4 — Yalnız, andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşma ya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

5 — Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin, her gözetleme yerinde onları bekle-

yin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah Gafur ’dur, Rahim ’dir.

6 — Şayet müşriklerden biri sana sığınacak olursa Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

7 — Mescidi Harâm’ın yanında andlaştıklamızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.

8 — Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırmazlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onların pek çoğu fâşıktırlar.

9 — Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkodular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!..

10 — Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendileridir.

11 — Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar. Biz âyetleri bilecek insanlar için açıklarız.

12 — Şayet ahidlerinden sonra yeminlerini bozar da dininize dil uzatırlarsa siz de küfrün elebaşılarıyla vuruşun, belki vazgeçerler. Çünkü onların andları, ahidleri yoktur.

13 — Yeminlerini bozup peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavm ile harbetmez misiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminseniz bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’dır.

14, 15 — Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Alim ’dir, Hakim ’dir.

— 16 — Allah, içinizden cihad edenleri Allah’dan, peygamberinden ve müminlerden başka sırdaş edinmeyenleri belirtmeden sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.
17 — Müşriklerin, Allah Mescidini ziyarete ve mescidi mamur etmeğe hakları yoktur. Onlar kendi küfürlerine kendileri şahiddirler. Onların bütün yaptıkları beyhudedir ve onlar ateşte ebedi kalıcıdırlar.

18 — Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve Ahiret gününe iman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’dan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola erişmişlerden olmaları umulanlar bunlardır.

19 — Hacca gelenlere su vermeği, Mescid-i Harâm-ı imar etmeyi, Allah’a ve âhiret gününe inanmak, Allah yolunda cihad etmekle bir mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında bir olmazlar. Allah zulmedenleri doğru yola eriştirmez.

20 — İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan kimselerin Allah yanındaki mertebeleri pek büyüktür. İşte kurtulanlar onlardır.

21 — Rableri onlara rahmetini, rızasını ve içinde tükenmez nimetler bulunan ebedi cennetleri müjdeler.

22 — Orada ebedi kalırlar. Doğrusu büyük mükâfat Allah katandadır.


24 — De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, hoşlandığınız yurtlar sizin için Allah ve peygamberinden, Allah yolunda savaşmaktan daha değerli, daha sevgili ise, o halde Allah, emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.”

25 — And olsun ki Allah size bir çok savaş yarlerinde, sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çokluğunuz size bir fayda vermediği, yeryüzü bütün genişliği ile size dar geldiği, nihayet arka çevirerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.
26 — Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmedikleri ordular indirdi, kâfirleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezası budur.

27 — Bundan sonra da Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah G a f û r ’dur, R a h İ m ’dir.

28 — Ey iman edenler, müşrikler murdar insanlardır. Artık bu yıldan sonra Mesdd-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz Alîm ’dir, Rahim ’dir.

KESİN ADIMLAR

Sûre-i celîle içinde yer alan bu bölüm her ne kadar diğer kısımlardan daha sonra nazil olmuşsa da sûrenin düzeni itibariyle baş tarafta yer almıştır. Daha öncede söylediğimiz gibi sûreler içerisindeki âyetlerin sırası tamamen Resulullah’ın emrine göre yapılıyordu. Binaenaleyh Resulullah’a bağlı bir emirdi bu.

Bu bölümde o zamana kadar müslümanlarla müşrikler arasında mevcud olan bütün anlaşmaların nihayete erdiği belirtiliyor. Gerek bu anlaşma müddetinin sona erdirilmesi genel mahiyetteki anlaşmaları bulunanların dört aylık müddetlerinin sona ermesinden sonra olsun. gerekse ahidlerini bozmuş olanlara verilen mehilden sonra gelmiş olsun netice değişmemektedir. Ayrıca şartlı anlaşmaları olup ta o müddet esnasında anlaşmaların hükümlerinden birine riayet etmedikleri görülmeyen ve müslümanların aleyhinde hiç kimseyle birleşmeyen müşriklere tanınan müddetin hitamını müteakib olsun netice değişmez... Netice itibariyle en son olarak Arap Yarımadasındaki müşriklerle yapılan anlaşmaların hepsi son bulmuş oluyordu. Ve bundan sonra da prensip olarak müşriklerle anlaşma yapma kaidesi ortadan kaldırılmış oluyordu. Allah’ın ve Resulullah’ın nezdinde müşriklerin anlaşmalarının olabileceği ihtimalini kesinlikle reddediyordu.

Bir de bu bölümde yer alan âyeti kerimeler içinde bundan sonra her ne sûretle olursa olsun müşriklerin mescidi harâmı tavaf etmeleri veya bu mübarek yapıyı tamir etmeleri kesinlikle yasaklanıyor ve asla bu konuda müsamaha edilmemesi belirtiliyordu. Tabii bu şart müşriklerle Resulullah arasında mevcud olan ve genel manada Beytülharamda ve haram aylarda müşrik olmakla beraber emin olacakları hususundaki anlaşmaya aykırı idi.

Hazreti peygamberin hayat hikâyesini ve sireti nebeviyyede cereyan eden hadiseleri dikkatlice izleyenler bunların gerisinde îslâmın hareket metodunu kavrar ve anlarlar... Ayrıca bu hareket metodunun kendisini, merhalelerini ve hedeflerini inceleyenler aynı şekilde apaçık olarak görürler ki yarımadadaki müslümanlarla müşrikler arasında atılan bu adımlar ve Ehli Kitaba karşı takınılan tavırlar — ki bu sûrede kesinlik kazanmıştır bunlar— tarihi bir gelişimin neticesiydi. Artık müslüman karargâhlarla müslüman olmayan karargâhlar arasında kesin bir tavır takınmanın zamanı gelmişti, şartlar hazırdı... Ve burada atılan adım, hem tabii, hemde tam zamanında atılmış zaruri bir adımdı.

Daha önce pratik tatbikattan ve merhale merhale gelişen tecrübe ameliyelerinden de anlaşılmıştı ki, birbirine zıt iki hayat görüşü arasında bunca temelli, kökü derinlere inen, düşünce, inanç, hareket ve nizam intizam anlayışındaki ayrılıklara, siyasi, sosyal, iktisadi ve insanı görüş farklılıklarına — ki bununda temeli itikadî anlayıştaki farklılıktır — rağmen birlikte yaşamaları ve sulh içinde geçinmeleri imkânsızdı... İki hayat nizamı düşünün... Biri eşsiz olarak kulların yalnız Allah’a kulluğu esasına dayanıyor... Diğeri de bunun tam tersine kulların kullara kulluğu, değişik değişik tanrılar ve sahte ilâhlar esasına istinad ediyor... Sonunda elbette aralarında bir çatışma olacaktı... Hem de her adım başı oldu. Zira her iki hayat görüşünün bir adım atarken bile birleşmeleri mümkün değildi. Birisi için doğru olan öbürü için ters oluyordu... Bu durum da her iki nizam da atacakları adımda birbirinin zıddına hareket edecek ve çatışacaktı...

Şurası muhakkak ki Kureyş’lilerin ( Afbeeldingsresultaat voor la ilahe illallah muhamedun resullah gift) davetine karşı çıkmaları ve bu konuda son derece inatkâr tavır takınmaları tesadüfi veya alâlade bir olay değildi... Medine döneminde bu derece kindar hücumlara geçmeleri de basit bir olay değildi.  Ayrıca yâhudilerin M e d i n e ’de bu davet hareketine karşı durmaları Ehli Kitab oldukları halde putperestlerle aynı karargâh altında  toplanarak hücuma geçmeleri tesadüfen vuku bulmuş değildi... Diğer taraftan gerek yahudilerin gerekse putperest Mekkelilerin  civar Arap kabilelerini kışkırtarak Medine sınırları içinde kurulacak
İslâm devletinin hepsini birden tebdid eden tehlikesini bertaraf etmek üzere Hendek gazvesine sebeb olmaları... Burada kurulacak bir devletin bu inanç esası üzerine istinad etmesi ve bu

İlâhî nizamın bir devlet müessesesi olarak ortaya çıkması onları toptan tehdid ediyordu. Tıpkı bunlar gibi biraz sonrada göreceğiz ki hıristiyânlardâ her ne kadar kitab ehlî idiyseler de Şam 'da, 
Y e m e n ’de veya bu diyarların ötesinde sonsuza kadar geçecek zaman içerisinde İslâm dâvasına ve İslâmî harekata karşı çıkmaları tesadüfen vuku bulan alâlade birer olay değildi... Eşyanın tabiatı gerektiriyordu bunları... Hepsinden önce de diğer nizamların bağlılarının görüp anladığı kadarıyla İslâm nizamının tabiatı icabıydı bu karşı dikilmeler... Yeryüzünde Allah’ın ülkesini inşa etmek, kulları kullara kulluktan kurtarıp kulları yaradan Allah’a kul etmek, bütünüyle insanların karşısına dikilen ve diledikleri inancı diledikleri şekilde tam manasıyla bir hürriyet havası içinde seçmelerini engelleyen putları yıkmak konusunda sonuna kadar direten İslâm nizamının tabiatı gereğiydi bu çatışmalar...

Diğer taraftan büyük küçük hiç bir konuda aralarında birleşebilme hususu bahis mevzu olmayan iki hayat görüşünün ve felsefesinin tabiatından doğan bir çatışmaydı bu... Bir bakıma toprağa bağlı nizamların kendi varlıklarını, sistem ve şartlarını tehdid eden Allah’a bağlı nizamı daha o bastırıp yok etmeden harekete geçerek bastırmasıydi bu... Şu halde bu çatışma zaruri idi ve ne o tarafın ne de bu tarafın bu çatışmayı kendi insiyatifiyle durdurması söz konusu olamazdı...

İşte bu zaruret ve kaçınılmaz durum zaman boyunca ve denemelerle kendisini göstermekte ve yapacağını yapmakta, çeşitli şekillerde bu sûre-i celîlede açıklanan son adımı atmanın zarurî olduğunu ve başka çıkar yolun bulunmadığını kesin olarak belirtmektedir. Bazı rivâyetlerin naklettiği hadiseler ise bu uzun silsilenin devamından başka direkt sebeblere dayanmıyordu. Bu silsile de peygamberin hayatı boyunca uzanıp gelmekte ve ilk gününden beri İslâm hareketiyle birlikte gelişmektedir...

Durumun bu derece köklü sebeplerine böyle şümullü bir şekilde bakarak ve sürekli gelişen şartlara dikkatlice göz atarak ancak bu son adımın neden bu derece kesin olarak atıldığını anlamak mümkün olur... Bununla beraber yaklaşık sebebleri de gözden uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu yaklaşık sebebler de icra ettikleri görev bakımından o uzun silsilelerin halkaları olmaktan başka birşey değildirler...

İmam-ı Bağavi, müfessirlerin şöyle dediklerini nakleder :

Resulullah T e b u k gazasına çıkınca, münafıklar kıpırdanmaya, müşrikler de muahedeyi nakzetmeye koyuldular. Bunun üzerine Allah, onlara nisbetle âyetlerini inzal buyurdu ve şayet muahedenin müddeti azsa dört ay mehil verilmesini, şayet çoksa dört aya tenzilini emretti.

İmam-ı Taberî, sûrenin başın da görüşleri arzettikten sonra şöyle der:

Bu hususta doğruya en yakın söz şudur : Burada kendileriyle muahede yapan müşriklere Allah’ın verdiği mehil ve “yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz” emriyle onlara verdiği seyahat izni, ancak Resulullah’a tecavüz etmeyen ve akitlerini de bozmayan kimselere gelince; Yüce Allah, Resulüne, şu âyetiyle aralarındaki anlaşmayı sonuna kadar devam ettirmesini emretmiştir :

Yalnız anlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever...

Yine Taberİ’nin, Mücahid’den : “Allah’tan ve Resulünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır.” âyeti hakkında naklettiğine göre Mücahid şöyle der :

“Ehli ahid Müdlec kabilesiyle mahede yapılan diğer Araplardır•” Sonra devam eder:

Resulullah T e b û k ’te işini bitirince hac arzusuyla oradan geldi. Sonra şöyle buyurdu:

Müşrikler, beyti çıplak olarak tavaf ediyorlar. Ben bu iş giderilmeden hac etmeyi sevmem.

Hz. Ebu Bekir ve Hz. A 1 i ’yi gönderdi. Onlar da Zül Mecaz panayırında mal satan kalabalıkla birlikte tavaf ettiler ve müslümanlarla anlaşmaları onlara dört ay mehil verildiğini ilan ettiler. Bu dört ayda peşpeşe gelen dört haram ay idi ki zilhiccenin girmesinden rebiülahirin yirmisine kadardı. Bundan sonra bir daha anlaşmalarının kalmayacağını iman edenlerin dışında her şeye savaş açılacağını ilan ettiler ve o zaman hiç kimse kalmamak üzere herkes iman etti... Bu yakın ve direkt sebeplerin, şüphesiz ki son ve kesin adımı atmak-

ta tesiri vardır. Ama fonksiyonu itibariyle, başlangıçta büyük ve köklü kesinlikten neş’et eden uzun silsiledeki halkalardan başka bir şey değildir. Bu da; muhalif iki nizamın uyuşamıyacağı zaruri ve kısa anlar hariç, beraber yaşamalarının asla mümkün olmayacağı hususudur.

Merhum Şeyh Reşid Rıza, davetin başlangıcından itibaren bu silsilenin halkalarını toplamayı arzu ederek — her ne kadar bu silsilenin halkalarını meydana getiren ve onu kesin bir neticeye ulaştıran daimi ve köklü değişikliğin aslına temas etmemişse de — “Menar” adlı tefsirinde diyor ki:

“Hilafsız, kesin bilinen bir gerçektir ki, Allah; Resulu ve Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’i İslâm ile göndermiş, onunla dini kemale erdirmiş ve insanoğlunu birçok yönlerden âciz bırakan bu Kur’an’ı en büyük mucizesi olarak kabul etmiştir. İnsanoğlunu acze düşüren bir çok hususları zikretmiştik.

Yüce Allah İlâhi davetin binasını da akli, ilmi, muknî ve ilzam edici burhanlar üzerine kurmuştur. (18) Bu hususta zorlamayı ve kuvvet kullanmayı menetmiştir.

Müşrikler Resulullah’a mukavemet gösterdiler, müslümanları dinlerinden döndürmek için zulüm ve işkencelere başvurdular... Resulullah’ın bu dini insanlara tebliğ etmesine kuvvet zoruyla karşı koydular. Resulullah’a tabiî olan hiçbir insan yoktu ki, bir dost veya akrabanın garantisi olmadan ölüm veya işkenceden kendisini emniyete alabilsin... O zaman müslümalardan bir kısmı, defalarca hicret etmek zorunda kaldı. Sonra müşriklerin Resulullah’a yaptıkları eziyetlerin şiddeti daha da artmaya başladı. Nihayet Darün Nedvede, alenen, Peygamberi müebbed hapse mahkûm etmek veya sürgün etmek veya öldürmek hususunda müzakerelere başladılar. Neticede Resulullah’ı öldürmeye karar verirler. O zaman Allah, Peygamberine hicret etmesini emretti.”

18. Burada Şeyh Muhammed Abduh’un ekolüne dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. O, İslâm’a yabancı bir felsefenin, her şeyi «Akla" göre değerlendiren ve akide meselelerinde de akla hudutsuz bir selâhiyet veren «Dekarts felsefesinin tesiri altındadır. Halbuki buna dindeki akli, ilmi, fıtrî ve bedihî burhanları da ilâve etmek ve ber beseri varlıkta mündemiç olan akim ve fikrin cevaplarını da hesaba katmak icabeder
Bunun üzerine Resulullah ve ashabından hicrete gücü yeten kimseler, beraberce hicret ettiler. Muhacir olarak Medine 'ye geldiklerinde, orada kendilerini, hicret edenleri seven, hatta onları kendi canlarına bile tercih eden Allah’ın ve Resulunun yardımcılarını buldular. O sırada tabiatiyle müslümanlarla, 
M e k k e müşrikleri ve diğer Araplar arasında umumî örf gereğince harp hali vardı. Resulullah ilk olarak Ehli Kitab olan, Medine ve etrafındaki yahudülerle sulh ve yardımlaşma akdini imzaladı. Ama onlar ihanet ettiler. Sahtekârlık yaptılar... Peygamberle olan akitlerini bozdular. Üstelik her  harbe girdiklerinde müşriklerle anlaştılar ve onlara yardım ettiler. Bütün bunları Enfâl Sûresinde izah ettik.

“Resulullah Müşriklerle H u d e y b i y e ’de de 10 sene sürecek olan sulh ve emniyet akidini imzaladı. Bu hususta onlara azamî kolaylığı gösterdi. Zaaf ve zillet içinde değil, kuvvet, izzet ve vekâr içinde, sulhe ve dinini ikna yoluyla yayma arzusu yüzünden onlara her kolaylığı gösterdi Bu arada Benî Bekir kabilesi Kureyş’in, 
H u z a a kabilesi de Resulullah’ın akdine dahil oldu. Sonra onlar da düşman oldular. Kureyş onlara silah yardımı yaptı ve onlar da akitlerini bozdular. İşte bu, onlarla umumî harbin çıkmasına sebeb oldu. Sonra Peygamber M e k k e ’yi fethetti. Bu fetih, şirkin şevketini kırdı ve ehlini zillete duçar etti. Fakat onlar, güçleri yettiği zaman yine muharebeye devam ettiler. Tecrübe ile sabit olmuştur ki, ne kuvvetli ve ne de zayıf hallerinde onlarla muahede yapılamaz. Ne akitlerinden, ne de îhanetlerinden emin olunmaz.”

Buna göre şartlarına riayet edip vefakâr davrandıkları bir akdî yoktur onların... Burada maksat; müslümanların onlarla mer’i muahedelerin hükmüne göre emniyet içinde yaşamaları ve onlar akdin şartlarına uymayı gerektiren hiçbir kanuna bağlı kalmadan şirk üzerine hayatlarını devam ettirirlerken, müslümanların, onların kötülüğünden ve düşmanlığından emin olmaları asla imkân dahilinde değildir. Ahde vefaya lâyık Ehli Kitap oldukları halde, onların da zulmettikleri ve akitlerini bozdukları tecrübe ile sabit olduktan sonra, bu keyfiyet nasıl mümkün olur?!... (19)
19. Bu hareketin esas temeli olan akideyi ikna yoluyla yaymak murad ediliyorsa, bu çok doğru bir sözdür. Fakat emniyet içindeki kimseler; İslâm'da cihad sadece Müslümanları müdâfaa için yapılır, bunun daşındaki hallerde sulh vaciptir, dedikleri zaman, bu kaidenin hududuna tecavüz etmiş oluyorlar. Nitekim müellif merhum da aynı anlayışa meylediyor.
Flzüâl-il Kur’an, C: 7 — F: 11

"Bu onların mutlak akitlerini kendilerine iade etmek ve istikâmet üzere devam edenlerin muvakkat akitlerini tamamlamak hususun* da bu sûrenin getirdiği hükümlerin bina olunduğu şer’i bir asıldır. Bunun hikmetine gelince; Arap Yarımadası’nda görülen şirkin kalıntısını kuvvet yoluyla imha etmektir. Mümkün olduğu kadar Allah’ın âyetlerinde geçen usule riayet ederek Yarımadayı samimî müslümanların yurdu haline getirmektir... Her ne kadar cumhur, Seyf âyetiyle yukarda zikri geçen sulh âyetinin neshedildiğini ve müşriklerin akitlerinin bozulduğunu söyleselerde...

Bu ifadelerden ve tefsirde geçen diğer açıklamalardan anlaşılmaktadır ki müellif; Ehli Kitap ve müşriklerin İslâma ve müslümanlara karşı harbetme fırsatını yakalamak ve akdi bozmak zincirinin ötesinde gizlenen derin ve köklü sebebe temas etmekle beraber, bu sebebi kaynağına kadar götürmüyor, onun şümul ve sahasına nüfuz edemiyor; bu dinin, onun hareketli nizamının ve bir tek noktada bile birleşmeleri mümkün olmayan beşeri nizamlarla İlâhî nizamın arasındaki köklü ayrılıkların tabiatinde mevcut olan büyük hakikati idrak edemiyor... Allah’ın nizamı üzere kaim olan ordugâhlarla diğer nizamların uzun müddet beraberce yaşamalarının asla mümkün olmadığım bir türlü anlamıyor!...

Üstad Muhammed İzzet Derveze ’nin “Yeni Tefsir” adlı kitabında bu konudaki izahatına gelince; o, bu büyük hakikatten çok uzaklarda kalıyor. Bu derin ve köklü sebebe temas bile etmiyor. Müslüman nesillerin maruz kaldığı şiddetli vakıalar ve bilhassa asrımızda Ehli Kitap, mülhid ve müşriklerin zahir kuvveti karşısında aklî ve ruhî hezimete uğrayan diğer modern yazarlar gibi, o da bu dinin, sulh ve selâmet dini olduğuna şehadetle meşgul olmaktadır. Hudutları dahilindeki insanları sulh ve selâmet içinde yaşamaktan başka bir gayesi olmadığını iddia etmektedir. Ne zaman sulh ve muahede imkânı doğarsa, Islâmın ona hırsla sarıldığını ve başka bir gaye araştırmadığını izahla iştigal etmektedir!..

O, T e v b e Sûresindeki bu son ve yeni âyetlerin sebebini görmüyor da. Resulullah’la akitlerini bozan bazı müşrikleri ve muahede şartlarında vefa gösteren kimseleri görüyor ve sûrenin de bunu muhafaza etmek için geldiğini tahayyül ediyor. Hatta onlar akitlerini bozsalar dahi, lslâmın yeniden onlarla muahede akdetmeye cevaz verdiğini ileri sürüyor!.. Kendiliklerinden akdi bozanlar da böyledir diyor!.. Tekâmül icabı gelen âyetler bu sûredeki nihai âyetlerin umumiyetini kayda bağlayan bir esas gözüyle bakıyor!...

Şu iki âyetin tefsirinde bu hususta diyor ki:

Yalnız andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhiniz de kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayıp hapsedin. Her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Bu iki âyette ve ondan önceki âyetlerde, Medine devrinin sonlarında Sireti Nebeviyenin nihai bir müessesini görüyoruz. Bu iki âyette, müslümanlarla müşrikler arasında Mekke fethinden sonra bir sulh antlaşmasının var olduğunu görüyoruz. Ki bunun da mazisi, eski zamanlara kadar uzanır. Müşriklerden bir kısmı ahde vefa göstermiş, bir kısmı da anlaşmayı bozmuş veya bozma alâmetleri izhar etmişti.

Daha önce de işaret etmiştik ki, müfessirler ve te’vil ehli, sadedinde bulunduğumuz bu iki âyetin İkincisine seyf âyeti adını veriyorlar ve bu âyetin; müsamahayı, kolaylaştırmayı, mehil vermeyi, sabır ve sükût etmeyi, affetmeyi ve müşriklerden yüz çevirmeyi emreden bütün âyetleri neshettiğini söylüyorlar. Onların katlinin mutlak olarak vacip olduğunu ileri sürüyor; bazıları, muahedesi olanları, muahede müddetinin sonuna kadar müstesna addediyor, diğer bazıları da müstesna olarak kabul etmiyor ve bu âyetin nüzulundan sonra Islâmdan başka bir şeyi kabul etmenin caiz olmadığını söylüyorlar... Düşman olmayan kimseleri öldürmemek, sulha ve dostluğa bağlamak, iyilik yapmak ve âdil olmak hususunda nazil olan muhkem hükümleri esas alarak bu iddiaların sakatlığını ve arzettiği tenakuzu daha önce belirtmiştik. Ama müfessirler, bu âyet münasebetiyle tevil ehlinin eskilerden naklettikleri rivâyetlerini ve sözlerini tekrarlar. îbni Kesir’in, İbni Abbas ’tan rivâyet et-

tiğine göre, âyet; Resulullah’a, İslama girinceye kadar muahede akdettiği kimseler hakkında kılıcı ortaya koymasını ve onlarla olan ahd ve misakı bozmasını emrediyor. Müfessir, Süleyman İbni 
U y e y m e ’den bu sûrede ve diğer sûrelerde müşriklerin öldürülmesi sadedinde, kılıç âyeti diye isimlendirilmeyen bu âyetlerle diğer âyetler arasını cem'eden acaip bir söz naklediyor ve diyor ki: Resulullah, Hacc-ı Ekber günü Ali bin Ebi Talibi halka haber vermek için gönderdiği zaman, onu bu âyetlerle göndermişti ve bu âyetlere müşriklerin kılıcı adı verilmişti. Ehli Kitabın kılıçtan geçirilmesi hususunda da T e v b e Sûresindeki şu âyet gelmişti :

- Kendilerine Kitab verilenlerden olup ta Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ile peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle ta boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.

Münafıkların kılıçtan geçirilmesini bildiren âyeti kerime ise şudur :

Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol. Onların yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir

Eşkiyalar hakkındaki hüküm ise Hucürat Sûresindeki şu hükmü İlâhîdir :

Eğer müminlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer onlardan biri tecavüz ediyorsa o zaman tecavüz edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın.

Ne gariptir ki, T a b e r î bu âyeti kerîmenin hem muahedesi olanları hem de muahedesi olmayanları, ayırım yapmaksızın ihtiva ettiği fikrindedir :

. Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına ne de muahede hükümlerine aldırmazlardı. Kâlbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar. Önların pek çoğu fasıktırlar... ' .

Bu âyet muhkemdir. Yüce Allah, hangi milletten olursa olsun, dostluk, güzellik ve tarafsızlıkla müslümanlara yaklaşan kimselere âdil davranılmasını ve iyilik yapılmasını menetmemiştir. Hatta bunlarla, herhangi bir muahede olmazsa dahi!..

Bütün bunlara ve muahideyi nakzeden müşriklerin kıtâli sadedinde manası ve siyakı gayet vazıh olan âyete rağmen, sözü, bu âyetin kılıç âyeti olduğuna getiriyor ve onun, mutlak olarak her müşriki içine aldığını söyleyerek ona, mana ve siyakının taşıyamayacağı bir yükü yüklüyor. Umumi ve muhkem prensip ifadesini taşıyan müteaddit âyetlerde görülen ifadeleri neshettiği hakkındaki sözler de aynı mahiyettedir. Meselâ; dinde zorlamanın olmadığını bildiren âyet gibi... Daha önce çeşitli münasebetlerle temas ettiğimiz gibi müslümanları yurtlarından çıkarmayan ve onlara karşı savaşmayan kimseleri en güzel mücadele ile hikmetle, mev’ize-i hasene ile ve iyiliğe, adâlete teşvikle Allah’ın yoluna davet etmek gerektiğini bildiren âyet gibi... Az sonra gelecek olan bir âyet vardır ki; orada, Mescidi Harâm’da müşriklerle akdettikleri muahedenin şartlarına müşrikler sadık kaldıkları müddetçe kendilerinin de sadık kalmasını müslümanlara gayet açık bir şekilde emretmektedir. Bu âyet, bizim ifade etmek istediğimiz şeyler için gayet kuvvetli bir delildir.

Bu iki âyetin delâlet ettiği hükümlerden iki mesele ortaya çıkıyor :

I — İlk âyetteki istisna, muahede müddetinin bitimini belirtir. Acaba muahid müşrikler, muahede müddeti sona erdiğinde Allah ve Resulunun onlardan beri olduğu kabul edilerek kâtl'leri vacip olur mu? Müfessirler bu suale müspet cevap verirler. Bu hususta delil olacak bir peygamber tatbikatına muttali değiliz. Ancak bu cevabı mutlak manaya aldıkları zaman, müfessirlerin verdikleri cevap üzerinde durmayı uygun görüyoruz. Mesele tavzihe muhtaçtır: Muahidler; ister akidden önce müslümanlara düşman olan, aralarında muharebe cereyan eden ve sonra, tıpkı Hudeybiye’de Resulullah’la sulh akdeden K u r e y ş ’in durumunda olduğu gibi müslümanlarla muahede akdeden kimselerden olsun... Ve ister müslümanlarla aralarında harp ve kıtal vuku bulmayan ve müslümanlarla dostluk ve sulhu arzulayan kimselerden olsun... İşte N i s â Sûresinin 89. âyeti :

Yalnız onlara dokunmayın ki, sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavma sığınmış olurlar. Yahut ne size karşı harbetmeyi ne de kendi kavimlerine karşı savaşmayı gönüllerine sığdıramayıp bitaraf olarak size gelmişlerdir. Eğer Allah dileseydi bunları üzerinize musallat kılardı da sizinle savaşırlardı. O halde sizi bırakıp bir tarafa çekildikleri ve sizinle savaşmayıp barışa yattıkları takdirde Allah onların aleyhinde sizin için tecavüze bir yol vermemiştir...

Bu âyeti kerime bizim kanaatnnıza göre aynı şekil de örnekler ihtiva etmektedir. Siyer kitaplarındada buna yakın bir takım rivâyetler yer alır... 1 b n i Sa’d’in rivâyet ettiğine göre Resulullah Kinane kabilesinin Benî Sahr kolu ile; birbirlerine karşı savaşmıyacaklarına, birbirlerinin düşmanına yardım etmiyeceklerine dair sulh akdetmişti. Hatta aralarında bu hususta kayıtlar da tutulmuştu. Ne bu âyette, ne de başka bir âyette; bir ihanet ve akdi bozma niyeti zahir olmadığı takdirde ve kendileri de taraftar olurlarsa, muahedeyi yenilemeye veya müddetini uzatmaya mani olacak hiçbir hüküm mevcut değildir. Müslümanların bu teklifi reddetmeye hakları yoktur. Çünkü onlar, herhangi bir şekilde kendileriyle savaşan ve düşmanlık gösteren kimselerle ancak, harbetmeye memurdurlar. Zaten biraz sonra gelecek olan âyette de, müşriklerle olan akidlerine sadık kalmaları hususunda müslümanlara sarih emirler verilmektedir.

II — Mesele ise ikinci âyetin son kısmının ifade ettiği mana ile ilgilidir. Yani müşrikler, tevbe edip namaz kıldıkları ve zekât verdikleri takdirde ahidlerini bozmaları sebebiyle öldürülmeleri hususundan vazgeçip, yollarını salıvermek konusundadır.
Bu konuda bize öyle geliyor ki; müşrikler, akitlerini bozduktan ve müslümanlar onlarla savaştıktan sonra ikinci defa muahede akdetmek hakkını kaybetmiş oluyorlar. Artık onlar için emniyet ve selâmeti garanti eden her türlü şartı reddetmek, müslümanların hakkı oluyor. Ancak onların tevbe etmeleri neticeyi değiştirebilir. Ve bu, hiç bir zaman dinde zorlama manasına gelmez. Şunu unutmamak lâzımdır ki, şirk, insanlığın alçalışını, akla, mantığa ve hakka aykırı adi inançlar,a-fikirlere ve kuvvetlere mahkûm oluşunu ifade eder... Esasını azgın geleneklerin, çirkin âdetinin ve kötü ırkçılığın teşkil ettiği cahiliyet nizamını temsil eder... Halbuki İslâm, onları bu durumdan kurtarmak, akıl, ahlâk, ibadet, akide ve amel yönünden insani kemâlin en üst seviyesine yükseltmek garantisini vererek kendine çağırıyor; bu ilahî dine, girmeye davet ediyor... Bütün bunlarla beraber biz, bu âyetlerde, akdini bozan müşriklerle harpten sonra, maslahatlarına uygun düştüğü takdirde ikinci defa muahede akdetmekten müslümanları menedici bir hükmün varlığını göremiyoruz.
Çünkü harbe devam etmek ve onları kuvvet zoruyla baskı altına almak gücünü kaybetmişdirler... Yüce Allah, daha iyi bilir... (20)

Adı geçen yazarın tefsirinden yaptığımız iktibaslardan ve benzeri bölümlerden anlaşılacağı gibi o, îslâmın kulları kullara kulluktan kurtarıp tek Allah’a kul etmek ve beşeriyeti gerçek hürriyete kavuşturmak hususundaki atılım ve yayılım hareketini kabul etmiyor ve bunu yapmanın Îslâmın tabii bir hakkı olduğunu zihninden bile geçirmiyor... Dış düşmanların İslâm yurduna saldırısı olsun olmasın mümkün olduğu takdirde insanları Hakka kul etmek için yapacağı hareketi temelden görmemezlikten geliyor. Çıkış noktası itibariyle bu prensibi bir kenara atıyor. Halbuki îslâmın cihad mefkuresinin dayandığı temel nokta bu prensiptir. Bu prensip olmadığı Takdirde Allah’ın dininin davet konusunda önüne dikilen engelleri yıkıp yok etme hakkı kaybolduğu gibi değişik şartlarda gelişen toplum ihtiyaçlarına cevab verebilmek ve yani realiteleri olduğu gibi karşılayabilmek için lüzumlu olan pratikliğini ve realite ile uyuşma ciddiyetini de yitirir. O durum da maddî kuvvetlerin karşısına inanca davet ederek mücerred bir çağrı yoluyla dikilmek zorunda kalır ki bu çok gülünç ve basit bir durumdur, Hak Teâlâ yüce dininin böyle olmasını hiç bir zaman irade buyurmaz. (*)

Yine anlaşılıyor ki, müellif Îslâmın pratik ve canlı hareket metodunun tabiatını gözönünde bulundurmamakta ve îslâmın pratik durumları yine pratik olarak nasıl karşıladığını nazarı itibara almamaktadır. O en son olarak gelen nihaî hükümleri merhale merhale gelen tedrici hükümlere hamletmeye çalışmaktadır. Ve daha önce geçen hükümlerin o zamanın şartları içinde mevcud olan durumlara karşılık vermek üzere nazil olduğunu en son olarak gelen hükümlerin ise ilk gelen hükümlerden daha farklı şartlara cevab vermek için geldiğini ve ilk hükümlerin şartlarının aynısının bunlarda bulunmadığını görmemezlikten gelmektedir. Vakıa bu hükümler — neshten anlaşılan tarzda şartlar ne olursa olsun bu son hükümlerin nüzulünden sonra bir dahâ tatbiki caiz olmamak kaydıyla — neshedilmis değildir. Bilakis bu hükümler nazil olduğu sıralardaki şartlar mevcud olduğu takdirde geçerli olmak üzere yine olduğu gibi devam etmektedir. Şu
20. «Yeni Tefsir» M. İzzet Derveze. Bkz. Enfal sûresinin giriş kısmı.

kadar varki son hükümleri tatbik imkânı bulundukları takdirde güçleri yeterse müslümanların son hükümleri uygulamalarını sınırlandırıp kayıtlamaz.

Şu halde durum bir genişlik ve elastikiyeti icabettirmektedir. Bir de daha önce belirttiğimiz gibi du dinin tabiatını ve hareket metodunu idrak etmeyi...

DEĞİŞMEZ KANUN

Şimdi geçen paragrafın başında söylediğimiz ifademize yeniden dönelim :

“Hazreti peygamberin bayat hikâyesini ve sireti nebeviyyede cereyan eden hadiseleri dikkatlice izleyenler, bunların gerisinde İslâmın hareket metodunu kavrar ve anlarlar... Ayrıca bu hareket metodunun kendisini, merhalelerini ve hedeflerini inceleyenler aynı şekilde apaçık olarak görürler ki: Yarımadadaki müslümanlarla müşrikler arasındaki münasebetler konusunda atılan bu adımlar ve Ehlî Kitaba karşı takınılan tavırlar —ki bu sûrede kesinlik kazanmıştır — tarihi bir gelişimin neticesiydi. Artık müslüman karargâhlarla, müslüman olmayan karargâhlar arasında da kesin bir tavır takınmanın zamanı gelmişti, şartlar hazırdı... Ve burada atılan adımlar hem tabiî, hem de tam zamanında atılmış zarurî adımdı...”

Birbiri ardınca edinilen tecrübeler kesin bir kanun çıkarmıştı ortaya... Ve teşri, Rububiyyet, Hâkimiyyet ve tanrılık hakkını yalnız ve yalnız Allah’a tanıyarak tek bir Allah’a inanan müslüman cemiyetlerle bütün bu saydığımız hususları Allah’tan başkalarına veren veya Allah’tan başkalarını ona ortak kabul eden cahiliyyet cemiyetleri arasındaki münasbetleri de bu kesin kanun tesbit ediyordu... Ve değişme; kanunu çatışma prensibi diye de ifade edebiliriz ki Kur’an’ı Kerîm’in şu âyeti bu kanuna işaret etmektedir : “Şayet Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla bertaraf etmeseydi yeryüzü fesat bulurdu.

Şayet Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla bertaraf etmeseydi içlerinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler elbette yıkılırdı.”

Bu kesin kanunun tesirleri iki önemli noktada açıkça ortaya çıkmıştır :
Birincisi; Adım adım Islâmın yayılmasında... Bir gazve diğerini takib etmiş, bir merhaleden sonra öbür merhale gelmiştir. Yeryüzünün çevresinde Allah'ın nizamının yayılması, bir araziden sonra bir başka arazide Allah kelâmının yankılanması, bir kabileden sonra başka bir kabileye İslâm dâvasının ulaşması için adım adım gelişmiştir bu dâva... Bütün insanlara Islâm dâvasının tebliğ edilmesi ve bu genel ilânın önüne dikilen engellerin ortadan kaldırılarak bilcümle insanlığa ulaşabilmesi böyle tedrici bir merhale takib etmiştir ta Mekke fethedilene kadar. Mekke 'nin fethiyle birlikte İslâm akımlarının yolunu kesen en büyük engel... Kureyş engeli ortadan kalkmıştır... Kureyş’ten sonra da bu akımın yoluna dikilen en kuvvetli kabileler birer birer teslim olmuşlar, Hevazin, Sakif, Taif düşmüştür... Ve İslâm o dehşetengiz kuvvetini kazanarak düşmanlarını teker teker korkutup, Yarımada’da atılacak en son adıma zemin hazırlanmış ve nihaî hüküm en sonunda gelmiştir. Bunlar daha sonra Allah’ın mülkü olan yeryüzünde atılacak adımlara zemin hazırlamış, en sonunda bütün manialar yıkılmış ve yeryüzünde fitne kalmayıp din de yalnız Allah için olana kadar bu tedrici gelişme devam etmiştir. İşte bu kesin kanunun en mühim tesiri birincisi burada görülmüştür.

İkinci olarak ta; cahiliyyet karargâhlarının müslüman karargâhlarla yaptıkları anlaşmaları bozmalarında görülmüştür. Değişik şartlar altında muhtelif anlaşmalar yapmışlar müslümanlarla ama en küçük bir fırsat bulduklarında hemen bu anlaşmaları bozmuşlardır. Müslümanların tehlikede ve sıkıntıda olduğuna işaret eden ilk badirede veya anlaşmaların bozulması müslümanları en küçük bir tehlikeye sokacak hengâmede hemen bozuvermişlerdi. Pek ender müstesnaları bulunmakla beraber onlar, müslümanlarla iyi geçinmek veya gerçek sulhu temin etmek için anlaşma yapmamışlar sadece belirli şartların ve sıkıntıların gereği hatta zaruri icabı olarak anlaşma yapmışlardı. Ve bu da belirli bir zamana kadardı. Cahiliyyet karargâhlarının mensubları uzun müddet İslâmın canlı ve dipdiri olarak karşılarında bulunmasına tahammül edemezlerdi... Çünkü aslında İslâmın mevcutîyeti onların mevcudiyetini temelden lüzumsuz kılmaktaydı... Metod bakımından büyük küçük hiç bir konuda en ufak bir asgarî müştereklerinin bulunmadığı bir nizamın uzun müddet

karşılarında bulunmasına göz yummazlardı. Çünkü İslâm; tabiatı itibariyle ihtiva ettiği hak ve hakikat bakımından, canlılık, hareket ve enerji yönünden bütün putları yıkmak ve insanları yalnız ve yalnız Allah’a kul etmek için gelmişti, bu ise onların varlığını tehdit en büyük tehlike idi...

Bu son nokta ve Yüce Allah’ın, müşrikler ve Ehli Kitap hakkında aşağıdaki âyetlerde ifade buyurduğu esasların istinadgâhı olan köklü kaide; Islâma ve müslümanlara karşı cahiliyet cemiyetleri arasında bir hedef beraberliğinin mevcudiyetini ve bunu gerçekleştirmek için ısrarla direttiklerini, hiçbir şarta veya zamana bağlamadan asırlar boyu bu gayeyi devam ettirdiklerini kati bir ifade ile açıklıyor :

İşte müşrikler hakkındaki âyet:

Güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir... (21)

Ehli Kitap hakkındaki ifadeler de şöyle:

Kitap ehlinden çok kimseler — ki onlar için İslâm ve Kur’an zahir olmuşken— nefislerindeki çekememezlikten ötürü imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler... (22)

Yine Ehli Kitap :

^ Sen onların dinine tabiî olmadıkça yahudi ve hıristiyanlar senden asla memnun olmazlar... (23)

İslâm cemiyeti ile cahiliyet cemiyetleri arasındaki münasebetlerin tabiati hakkında bu kesin kanunu iyi anlamadan ve bütün tarih boyunca herşeyin kendisinden neş’et edip yine kendisine rücû ettiği zevahiri açıklamadan, İslâmdaki cihadın tabiatini ve cahiliyet cemiyeti ile İslâm cemiyeti arasında meydana gelen o uzun mücadelelerin sebep ve tabiatini anlamak mümkün değildir. Keza ilk mücahitleri harekete sevkeden amilleri ve İslâm fütuhatının esrarını anlamak da imkânsızdır. Tam 14 asır boyunca müslüman nesillerin başları üzerinden ateşi eksik olmayan — her ne kadar İslâmın hakikatinden uzaklaşmak ve sadece ismen müslüman kalmak gibi bir talihsizliğe uğramışlarsa da — putperest ve Haçlı muharebelerinin esrarını anlamak, büsbütün imkânsızdır. Bu durum maalesef hıristiyan memleketlerde
21. Bakara: 217.
22. Bakara: 109.
23. Bakara: 120.
de, putperest ve komünist memleketlerde de caridir: Rusya’da... Çin’de... Yugoslavya’da... Hindistan’da... Keşmir’de... Habeşistan’da... Birleşik Amerika’da... Her yerde her yerde aynı durum... Fazla olarak hinin âleminin veya daha doğru bir ifade ile müslüman kabul edilen âlemin — her yerinde lslâmın parlaklığını çirkin ve vahşi bir şekilde karartma ameliyesi, bu parlaklığı mahvetmek hususunda Haçlıların, putperestlerin ve komünistlerin dostane bir şekilde birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerine sadakat elini uzatmaları, kefalet derecesine varan yardımlarla birbirlerinin imdadına koşmaları ve bir taraftan bu güzel parlaklığı mahvederken diğer taraftan sükûttan bir duvar örmeleri de işin kahredici tarafı...

Evet, o kesin kanunu ve onda tecelli eden zevahiri iyice idrak etmeden, bunların hiç biri anlaşılmaz...

Bu kanun, Tevbe Sûresinin nûzulu demlerinde de, Mekke fethinden sonra tecelli etmiş, yukarda sözünü ettiğimiz her iki şekilde de kendini göstermiştir. Artık açıkça anlaşılmıştır ki, ister müşrikler — ki bu hususa sûrenin o bölümünde temas edeceğiz — ve ister Ehli Kitaba karşı — bu hususu da bundan sonraki bölümlerde ele alacağız— olsun, Arap Yarımadası’nda bu kati ve nihai adımı atmakta zaruret vardı...

BÜYÜK BİR HAMLE

Fakat o gün müslümanların ileri gelenleri tarafından bütün bunların açıkça görülmüş ve anlaşılmış olması, demek değildir ki bunlar, İslâm cemiyetindeki her sınıf ve cemaat tarafından da anlaşılmıştır... Hele zayıf kalplüer, münafıklar yeni imana gelenler ve yavaş yavaş gönülleri İslama ısınanlar tarafından bütün bunların görülüp anlaşılması imkânsızdır.

İslâm cemiyetinde, belki de çoğunluğunu samimî müslümanların teşkil ettiği kimseler, müşriklerle olan akitlerinin sona ermesinden sıkılıyorlardı. Hatta muahedeyi bozan kimselere verilen dört aylık müddetin bitiminden sonra da olsa... Muahidesi olmadığı halde müslümanlarla harbetmeyenler de olsa... Gayri muvakkat bir akde sahip olanlar da olsa... Dört aydan daha az bir anlaşması olanlar da olsa... Müslümanların aleyhine kimseye yardım etmeyen ve muahede şartlarından hiç bir şeyi eksiltmeyen muvakkat bir zaman için anlaşma

yapılan kimselerin müddetleri dolmuş olsa dahi... muahedenin sona ermesini istemiyorlardı. Her ne kadar onlar Enfâl Sûresinde belirtilen hükümde olduğu gibi akdini bozanlarla ve ihanetinden korktukları kimselerle yaptıkları muahedeyi feshediyorlar idiyse de yine de bu ahdin hitam bulmasından hoşlanmıyorlardı.. İşte Enfâl Sûresindeki âyet:
“Herhangi kavmin verdiği sözden cayacağından korkarsan sen de onlara karşı öylece bulun; şüphesiz Allah hainleri hiçbir saman sevmez.”

Dört aylık müddetin dolmasından veya takdir edilen zamanın nihayete ermesinden sonra dahi olsa başkaları ile olan muahedelerinin sona ermesi, çok kere onlara, akitlerine muhalefet etmek, müttefiklerin ittifakından, muahidlerin muahedesinden telif ettikleri şeylere aykırı hareket etmek gibi görünüyordu... Evet, ama, Yüce Allah, alışılagelenden daha büyük bir şeyi murad ediyor, olayların varacağı noktanın da ötesinde bir gayeyi gerçekleştirmek istiyordu.

Keza İslâm cemiyetinde, çoğunluğunu yine bu samimi müslümanların teşkil ettiği kimseler; Yarımada’da İslâm muzaffer olduktan, muhalif guruplar sağa sola dağılmış parçalar haline geldikten ve onlardan herhangi bir tehlike gelemiyeceği kesinleştikten sonra da sulh yoluyla onların da yavaş yavaş Islâma girmeleri ümit edildiği için bütün müşriklerle umumi bir muharebeye zaruret görmüyorlardı. Hatta bu dağılmış müşrik gurubu, akraba ve dostlarının baskısından kurtulamıyor, onlarla çeşitli içtimai ve iktisadi münasebetlerin tesisinden bigane kalamıyordu. Onun içindir ki, bu sert icraat olmadan da, bir zaman sonra onların da Islâma girmeleri muhtemeldi... Bütün bunlar doğru, ama Allah; sadece akideye dayanan bir içtimai bağın teessüsünü, Yarımada’yı sadece İslama tahsis etmeyi ve herşeyi İslâm nokta-i nazarından emin bir temele dayandırmayı murad ediyordu. Çünkü o biliyordu ki Bizans, yeri gelince arzedileceği üzere, Şam taraflarında tuzaklar hazırlıyordu'

~ İslâm cemiyetinde, yine çoğunluğunu samimî müslümanların teşkil ettiği kimseler; Yarımadadaki bütün müşriklere umumi bir harbin ilân edilmesiyle her tarafta İktisadî ve. ticari münasebetlerin durmasından, iktisadi bir kriz tehlikesinin başgöstermesinden, bunun hacc mevsimindeki tesirlerinden ve bilhassa bu yıldan sonra müşriklerin haccedemeyeceklerini ve Allah’ın mescidlerini imar edemiyeceklerini ilân ettikten sonra meydana gelecek olan durumdan korkuyor; hele hele bütün bunlara ilâveten o nihai adımı almanın bir zarurete mebni olmadığı ve yavaş yavaş sulh yoluyla da gayeye ulaşmanın mümkün olduğu kanaati, korkularını artırıyordu... Evet, ama Yüce Allah, cemiyet bağının sadece akide üzerine dayanmasını ve akidenin, mümin kalplerin terazisinde en çok tercihe şayan unsur olmasını, gerek akraba ve dostlarına ve gerek menfaatlarına karşı onu tercih etmelerini murad ediyordu... Yegâne rızık verenin kendisi olduğunu ve rızık için göze çarpan zahirî sebeplerin, rızkın tek yolu ve
müslümanlara hükmedecek kudrete sahip yegâne unsur olmadığını bunlara bildirmek istiyordu.

İslâm cemiyetinde bunların yanında, münafıklar, müteredditler, ^zayıf kalpliler ve kalpleri yeni yeni İslâma ısınanlar olduğu gibi, Islâm tabiatini huy edinmediği halde bölük bölük Allah'ın dinine giren; \ dolayısıyla müşriklerle harbetmekten kaçınan, pazar yerlerinin ilgasıyla meydana gelecek ekonomik krizden korkan, ticaretle ve seyahatle emniyetin azalmasından çekinen ve malla, canla yapılan umumî cihadın zorluklarına katlanamayan kimseler de vardı. Bu insanlar, ruhlarında, bu mükellefiyetleri taşıma isteğini duymuyorlardı. Onlar; \ üstün, galip kuvvetli ve müstakâr bir mahiyet arzettiği için İslâma \ girmişlerdi... Büyük bir zorluğa göğüs germeden kârlı bir ticaret  yapmak sevdasında idiler... Ama şu anda onlardan istenen de ne oluyordu? Daha yeni müslüman olmuştu onlar. Bu mükellefiyete katlanacak güçte değillerdi?!... Ne var ki Allah safları denemek ve düzenlemek istiyor ve bunun için müslümanlara şöyle hitab ediyordu :

Yoksa, Allah içinizden cihad edenlerle, Allah Resulu ve müminlerden başka kimseyi sığınak edinmeyenleri belirlemeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?..

Fetihten sonraki muhtelif İslâm cemiyetinde birbirine karışan bu unsurlar sebebiyle, sûrenin bu kısmında böyle uzun, mufassal, çeşitli üslûp ve ifadelerle bir açıklama yapmak gerekli idi. Böylece ruhlardaki pislikleri, cemiyet bünyesindeki dalgalanmayı ve bazı samimî müslümanların kalplerine dahi sirayet eden o karışıklığı bertaraf etmek gayesi güdülüyordu.

Yine aynı sebep değil midir ki; Allah ve Resul unun müşriklerden

beri olduğunu ilânla sûre başlıyor ve bir âyet sonra da daha kuvvetli bir ifade ve daha yüksek bir nağme ile tekrar ve Resulunun müşriklerden beri olduğu ilan ediliyor. Böylelikle müminlerin kalbinde, Allah ve Resulunun beri olduğu bir kavme karşı en ufak bir alâka kalmamasını temin ediyordu?!. “Allah’tan ve peygamberinden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır».”

“Allah ile peygamberi tarafından Haccı Ekber günü malûm olsun ki, Allah da, peygamberi de müşriklerden beridir.”

Aynı sebep; müminlere güven vermeyi ve Allah'ın kâfirleri rezil ve rüsvay edeceğini, nereye başvururlarsa vursunlar Allah’ı asla âciz bırakamıyacaklarını ve Allah'ın azabından asla kaçıp kurtulamayacaklarını da belirtmek süetiyle müşrikleri korkutmayı gerektiriyordu :

Allah’dan ve peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır.

Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı âciz bırakamıyacağınızı, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.

Allah ile peygamberi tarafından, Haca Ekber günü malûm olsun ki Allah da peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azâbı müjdele!..

Aynı sebep;

Müşriklerin, Allah ve Resulu katında akitleri olmasını da reddetmeyi gerektiriyordu. Ancak muahede akdeden, sonra doğru hareket eden ve kendileri doğru harekete devam ettikleri taktirdi muahede müddeti boyunca kendilerine karşı da doğru hareket edilen kimseler, bu hükmün istisnası idiler... Bununla beraber müşriklerin, müslümanlar hakkında hiçbir muahedeye riayet etmeyecekleri, aksine *harekete güçleri yettiği takdirde hiçbir sözleşmeye itibar etmeyecekleri hususunu da müminlere hatırlatmak icabediyordu. Küfürlerinin tasvirini ve kuvvetli olmaları sebebiyle bazan müslümanlara karşı gösterdikleri dostlukdaki yalancılıklarının tahlilini yapmayı gerektiriyordu :

Mescid-i Haram’ın yanında anlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse siz de kendilerine doğrulukla muamele Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.

Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırmazlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onların pek çoğu fasıktırlar.

Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür.

Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendileridir.

Aynı sebep; müminlerin gönüllerindeki acı hatıraları canlandırıp hem müslümanların, hem Allah’ın, hem de Allah’ın dininin düşmanı olan kimselere karşı intikâm duygularını alevlendirmeyi icabediyordu:

Yeminlerini bozup peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavm ile harbetmez misiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminseniz bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’dır.

' Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kâlblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah Alîm ’dir, H a k î m ’dir.

Aynı sebep; inanç esaslarında tam bir ayrılığı, akrabalık ve menfaat duygularına mukavemet göstermeyi ve bu duygu ile Allah’ın, Resulünün ve Allah yolunda cihadın esasında bir tercih yapmanın zaruri olduğunu ve müslümanların, yolların ayrılış noktası üzerinde bulunduklarını belirtmeyi de gerektiriyordu ;

- Ey iman edenler, babalarınızı, kardeşlerinizi eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, doğrusu kendine yazık etmiş olur.


Aynı sebep; bir çok savaş yerlerinde Allah’ın müslümanlan zafe-

re ulaştırdığını, en yakın misal olarak hezimete uğradıkları 
H u n e y n gününde Allah’ın ordusunu ve peygamberinin azimle sebatının onları zafere ulaştırdığını da hatırlatmayı gerektiriyordu :

And olsun ki Allah size bir çok savaş yerlerinde, sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çoğuluğunuz size bir fayda vermediği, yeryüzü bütün genişliği ile size dar geldiği, nihayet arka çevirerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.

Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmedikleri ordular indirdi, kâfirleri azaba uğrattı. Kâfirlerin cezası budur.

Nihayet, yine aynı sebep; ticari muamelenin kesilmesi ve pazarların son bulması ile azalacağından korktukları rızık hususunda onlara garanti vermeyi ve rızkın, zannettikleri gibi bu zahiri sebeplere değil, sadece Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu da hatırlatmayı icabettiriyordu: ,

Ey iman edenler, müşrikler murdar insanlardır. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz Alim’ dir, Hakim ’dir.

Bu ifadeler ve bu prensipler... Çeşitli üslûplarla yapılan bu uzun hamleler... Daha önce de söylediğimiz gibi fetihten, bir çok yeni unsurların duhulünden ve henüz İslâm tabiatini huy edinemeden bölük bölük insanın İslâm cemiyetine katılmasına yol açan bu seri ve ufki genişlemeden sonraki İslâm cemiyetinin durumunu gösterir... Şayet küçük Medine cemaati, kendilerini bu istikrar, ihlas, samimiyet ve parlaklık derecesine ulaştıran uzun bir zaman ve terbiye süzgecinden geçmemiş olsalardı, bu olaylar, daha önce defalarca tekrar ettiğimiz gibi bizzat Islâmın varlığı için büyük bir tehlikeye yol açabilirdi...

Şimdilik sûrenin bu bölümü ve o günkü cemiyetin durumu hakkında serdettiğimiz bu umumî ifadelerle iktifa edelim ve bizzat âyetlerin izahına geçelim:

1 — Allah'dan ve Peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır:

2 — Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı âciz bırakamıyacağınızı, Allah'ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.


3 — Allah ile peygamberi tarafından, Haccı Ekber günü malûm olsun ki Allah da Peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azâbı müjdele!..

4 — Yalnız, andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.

5 — Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin, her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

6 — Şayet müşriklerden biri sana sığınacak olursa Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

Bu âyetler ve bundan sonraki 28. âyete kadar olan kısım; Medine'de Arap Yarımadası’nda müstakar bir şahsiyet iktisap etmiş olan İslâm cemiyeti ile, bu dine girmediği halde Yarımada’da yaşayan müşrikler arasındaki münasebetlerin nihai hudutlarını tayin gayesiyle nazil olmuştur... Bu müşriklerin bir kısmının Resulullah’la muahedesi vardı. Fakat müslümanlarla Bizans'ın Tebük’te karşı karşıya geldiklerini görmeleri, İslâma ve müslümanlara öldürücü bir darbenin indirileceği veya en azından müslümanların azametlerinin zayıflayacağı, kuvvetlerinin sarsılacağı ihtimalinin -belirmesi üzerine muahedeyi bozmuşlardı. Diğer bir kısmının ise muahedesi yoktu, fakat daha önceden müslümanlara bir taarruzda bulunmuş değillerdi... Bir kısmının ise muvakkat veya gayri muvakkat bir anlaşması var ve anlaşma şartlarına riayet ediyor, müslümanların aleyhine kimseye yardım etmedikleri gibi anlaşmanın herhangi bir maddesini de nakzetmiyorlardı. İşte buradaki âyetler, bunların tümü hakkında nazil olmuş, onlarla İslâm cemiyeti arasındaki münasebetin nihai şeklini tayin için inmiştir. Bu hususta gerek sûrenin mukaddimesinde, gerek dersimizin mukaddimesinde yeteri kadar malûmat vermiş bulunuyoruz.

Bu âyetlerin üslûbu ve onlardaki müessir ifadeler, umumî bir ilân
Fîzılil-il Kur-an, C: T — F: 12

şeklini ve yüce bir duyguyu terennüm ediyor. İfadelerdeki üslûp ve tesir edici özellik, mevzu ile bu mevzuu ihata den umumi hava ile, Kur’an’ın metodu çerçevesi dahilinde güzel bir uygunluk arzetmektedir. (24)24. Biz. «Kur'ân'da Edebi Tasvir».

Bu ilânın ve onu tebliğ yolunun şartları hakkında çeşitli rivâyetler varid olmuştur. Bunlar arasında eşyanın tabiatina ve o günkü İslâm cemiyetinin vakıasına en uygun düşeni, İbni Cerir’in zikr ettiğidir. O, bu rivâyetleri arzediyor, ancak biz burada onu hülasa edeceğiz ve muvafık görmediğimiz sözleri, bize göre tenakuz arzeden ifadeleri terkederek vakıanın hakikatine uygun gördüklerimizi özetliyeceğiz. Biz burada ne T a b e r î ’nin talâkatına dalmayı, ne de müteaddit rivâyetlerin münakaşasını yapmayı düşünüyoruz. Fakat varit olan hadiselere bakarak hakikat olduğunu tercih ettiğimiz noktayı tespit ve tayin edeceğiz :

“Allah’tan ve Resulünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır-” âyeti hakkında T a b e r i , Mücahid’den şöyle rivâyet eder : “Âyette kastedilen kimseler, muahede ehlidir; M ü d1 e c , kabilesi ile muahedesi olan Araplar ve ahdi olan kimsedir.”

Mücahid der ki :

Resulullah, T e b ü k ’ten dönüp hac etmeyi arzu ettiği zaman şöyle dedi :

“Müşrikler şu anda Beyti çıplak tavaf ediyorlar. Bu işe son verilmedikçe ben hac etmeyi sevmem-” Sonra Hz. E b u B e k i r ’le Hz. A 1 i ’yi gönderdi. Onlarda kalabalıkla tavaf ettiler; Zülmecazda, mümkün olan her yerde, hatta bütün hac mevsimi boyunca onlarla beraber kaldılar. Muahede ehlinin dört ay müddetle emin olduklarını ilân ettiler. Bu dört ay; Zilhiccenin onundan Rebüülevvelin onuna kadar ardarda gelen haram aylardır... Ancak bundan sonra onlar için muahede yoktur. îman edenler müstesna, bütün insanlara savaş ilân etti. O zaman tek kişi kalmamak üzere iman etti.

Taberî bu konudaki bütün rivâyetleri zikrettikten verilen vadeyi, bu vadenin başlangıç ve bitiş noktasını, ayrıca muahede yapılanlardan maksad kimlerin olduğunu açıkladıktan sonra diyor ki:

Bu hususta doğruya en yakın söz şudur : “Müşriklerden muahede
ehline Allah’ın tayın etmiş olduğu müddet ve “dört ay daha yeryüzünde dolaşabilirsiniz” âyetinden onlara verdiği seyahet izni; muahede sahibi olduğu halde zamanından önce ahdini bozan ve Resulullah’ın aleyhine çalışan kimseler içindir Ahdini bozmayan ve Resulullah'ın aleyhinde çalışmayanlara gelince; Aziz ve Çelil olan Allah, Peygamberine, zamanı doluncaya kadar onlarla olan ahdini devam ettirmesini emretmiştir.”

Yalnız andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan
/ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever...

Yüce Allah’ın; “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” âyetindeki emrine, bu sözümüzün muhalif düştüğünü iddia edenler olabilir. Çünkü bu âyet, dört ay sonra bütün müşriklere karşı harbedilmesini müslümanlara farz kılıyor. Ama hakikat bu iddianın aksidir. Allah kelâmı Resulullah’la ahdi olsun — olmasın, dört haram aydan sonra bütün müşriklerin öldürülmesini iddia edenlerin yanlışlığını açıkça ortaya koyuyor :

Mescid-i Harâm’ın yanında andlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever...

Bunlar da müşrik olmalarına rağmen Allah’ü Teâlâ yüce peygamberine ve müminlere; onlara doğrulukla muamele etmelerini emir buyuruyor. Tabii ki sulhu bozmadıklar» ve İslâm düşmanlarına yardım etmedikleri müddetçe...

Ve sonra, Resulullah’tan gelen haberlere göre, O, Hz. A li ’yi Berâe hükümleriyle beraber muahedeli olduğu kimselere gönderirken ona şu emri de veriyordu :

Resulullah’la muahedesi olan kimsenin akdi, sonuna kadar geçerlidir.

Bu keyfiyet de, bizim sözümüze gayet açık bir delil teşkil eder. Yüce Allah, akidlerini bozmasalar ve muahede müddeti boyunca doğru hareket etseler dahi bir kavimle olan muahedesini nakzetmesini hiçbir zaman peygamberine emretmemiştir. Dört aylık müddet, ancak vaktinden önce akdini bozan veya muahede müddeti gayri muayyen olan kimseler içindir. Muahede müddeti muayyen olan ve bu

müddet zarfında muahedeyi nakzetme yollarını aramayan kimselere gelince; Resulullah, onlara karşı olan akdini sonuna kadar devam ettirmekle emrolunmuştur. Arapların toplantı günlerinde, Resulullah bu hususları bildirmek için münadiler çıkardı.

Ahidler meselesindeki müteaddit rivâyetler hakkında da şöyle ■der :

“Bu ve benzeri haberler de, bizim sözlerimizin doğruluğunu ve dört aylık müddetin ancak vasfettiğimiz kimseler için konulduğunu gösterir. Malum bir müddete kadar muahedesi olan kimseye karşı ahdi bozmak ve onların düşmanlarına herhangi bir yolla yardımda bulunmak selahiyeti, ne Resulullah’a ve ne de müslümanlara verilmiştir. Resulullah; Allah'ın emrine uyarak ahdine, sonuna kadar vefa göstermiştir. Âyetlerin ve Resulullah’tan gelen haberlerin-zahiri de buna delâlet eder.”

Biz, çeşitli zayıf rivâyetlerle beraber, Şiilerle, Emeviler ve Ehil sünnet arasındaki siyasi ihtilafların neticesi varid olabilecek bazı rivâyetleri de terketmeyi uygun görüyoruz. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz :

Resulullah, o sene Hz. Ebu Bekir’i hac emiri olarak gönderdi. Çünkü müşrikler Beytullahı çıplak olarak tavaf ederken haccetmeyi çirkin görüyordu. Sonra Tevbe Sûresinin baş kısmı nazil oldu. Bunun üzerine Ebu Bekir’in arkasından Hz. A 1 i ’yi gönderdi. Hz. Ali, âyetlerin tazammun ettiği nihaî hükümleri, bundan sonra Beytullahı hiçbir müşrikin tavaf edemiyeceği gibi hususları açıkladı.
T i r m i z i, Hz. Ali ’nin şöyle dediğini rivâyet eder :

Berâet Sûresi nazil olduğu zaman, Resulullah beni dört hususu açıklamak üzere gönderdi :

1 — Beytullah, çıplak tavaf edilmiyecek,

2 — Bu seneden sonra, hiçbir müşrik Mescid-i Harâm’a yaklaşmayacak,
3 — Resulullah’la muahedesi olan kimsenin ahdi, muahede müddetinin sonuna kadar geçerli sayılacak,

4 — Müslüman kişilerden başka hiç kimse cennete giremeyecek.

Bu haber, bu mesele hakkında varid olan haberlerin en sahihidir. Biz de bununla iktifa ediyoruz.

Umumi İlân

“Allah’dan ve Peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır.”

Böyle yüce bir nağme ile yapılan bu umumî ilân, o zamanda bütün Arap Yarımada’sında, müslümanlarla müşrikler arasındaki münasebetin umumi prensibini vazediyor. İşaret edilen ahitler, Yarımadadaki müşriklerle Resulullah arasında akdediyor. İşaret edilen ahitler, Yarımadadaki müşriklerle Resulullah arasında akdedilmiştir. Allah ve Resulunun, müşriklerden beri olduğu keyfiyetinin ilânı ise ,her müslümanın durumunu tayin ve tahdid etmekte ve artık bundan sonra herhangi bir şüphe ve tereddüt izi bırakmamak üzere her müslümanın kalbinde derin bir tesir icra etmektedir.

Bu umumî ilândan sonra, bu ilânın izahları ve özellikleri beyan ediliyor :

“Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı âciz bırakamıyacağınızı, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.”...

Bu, Allah’ın müşriklere verdiği bir mühletin beyanıdır: Dört ay! 0 dört ayda gezerler, seyahat ederler, ticaret yaparlar, hesaplarını düzeltirler ve durumlarını tadil ederler... Hem de emniyet içinde yaparlar bu işleri... Akidlerine emin olduklarından, gafletlerinden dolayı muaheze edilmezler. Ama onlar, ilk tehlikenin görünmesiyle, Resulullah ve müminlerin yurtlarına dönemiyecekleri ve 
Bizans ’lıların onları esir alacakları ihtimalinin belirmesiyle akitlerini bozdular. .. Tıpkı anarşistlerin ve münafıkların M e d i n e ’de yaptıkları gibi... Ne zaman olmuştu bu iş? Yapılan anlaşmaları nakzedinceye kadar geçen uzun bir zamandan sonra... Güçleri yettiği takdirde, dinlerinden döndürünceye kadar müslümanlarla savaşı devam edeceklerine dair müşrikler hakkında edinilen uzun tecrübeler silsilesinden sonra... Hangi asırda olmuştu bu?... Bütün beşeriyetin, Orman kanunu tanımadığı bir asırda... Muhtelif cemiyetler arasında, sadece savaşa kâdir olmak veya ondan âciz kalmak prensibinin yegâne düstur kabul edildiği bir çağda... Hem de korkutmadan, ihtar etmeden ve fırsat düştüğü anda muahedeye falan riayet edilmeden her şeyin yapılabildiği yıllarda... Fakat İslâm, o zamandan beri devam eden Islâmdır!... O, Allah’ın nizamıdır!... Prensip ve usulde, onun zamanla alâkası yoktur!... Onu terakki ve tekâmüle sevkeden unsur, zaman

değildir... Lâkin o, bütün beşeriyeti, kendi mihveri etrafında ve kendi ölçüleri dahilinde terakki ve tekâmülün zirvesine "ulaştırır. O, gelişen ve değişen beşeri vakıaları, bu vakıalara denk imkânlarla karşılar...

Müşriklere verilen bu mühlet, onların kalplerini sarsıyor ve gözlerini açıp bu hakikati görmeleri için ikaz ediyor. Evet, onlar yeryüzünde emniyetle seyahat edebilirler; fakat talep hususunda Allah’ı âciz bırakamazlar... Kaçmakla O’ndan kurtulamazlar. Onları rezil ve rüsvay etmek, zillete mahkûm etmek hususunda Allah'ın tayin ve takdir buyurmuş olduğu kesin akıbetten yakalarını kurtaramazlar :
“Allah’ı âciz bırakamıyacağınnı, Allah’ın kâfirleri rezil edeceğini bilin.”

Nereye gidecekler, nereye kaçacaklar da arayıp bulmak ve yakalamaktan Allah’ı âciz bırakacaklar?!. Onlar, Allah’ın kabza-i kudreti içindedirler... bütün kâinat da Allah'ın kabza-i kudretindedir... O, onları rezil ve rüsvay edeceğini, zillete mahkûm kılacağını tayin ve takdir buyurduktan sonra, kim O’nun iradesini geri döndürebilir?!.

Âyeti kerime bundan sonra, içinde bu berâetin ilân edildiği ve korkutmak için müşriklere tebliğ edildiği bir vakti beyan ediyor :

Allah ile peygamberi tarafından, Hacc-ı Ekber günü malûm olsun ki Allah da peygamberi de müşriklerden beridir. Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız Kâfirlere acıklı azâbı müjdele!..

Haccı Ek berin tayini hakkındaki rivâyetler muhteliftir: Arafe günü mü, yoksa kurban bayramı günü müdür?.. Doğru olanı, kurban bayramı günü olmasıdır... İlân ve tebliğ, hac mevsiminde eda edilmiş ve prensip bakımından Allah ve Resulunun bütün müşriklerden beri oldukları ilân edilmiştir. Sonraki âyette ise; müddeti doluncaya kadar muahedenin devam ettirilmesi hususunda istisnai bir hüküm getiriliyor. Başlangıçta genel olarak, hükmün umumî prensip şeklinde vazedilmesinin hikmeti açıkça görülmektedir. Böylelikle nihaî münasebetlerin tabiati beyan edilmiş oluyor. İstisnaî hüküm ise, tayin edilen zamanın bitmesi ile sona erecek olan muayyen bir duruma mahsustur. Bu anlayış insanları sadece Allah'ın kulu kabul eden bir organizasyon ile Allah’a ortak koşulan ilahların kulu haline getiren — bu hususu gerek sûrenin ve gerek bu bölümün mukaddimesinde
arzetmiştik— organizasyon arasındaki nihai ve kati münasebetlerin tabiati hakkında geniş bir görüş ufku meydana getirir.



Bu mutlak berâetin ilânından sonra hidayeti sevdiren ve dalâletten korkutan ifadeler serdediliyor :



“Eğer tevbe ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı müjdele.”



Berâet âyetinde serdedilen bu müjde ve ihtar İslâm nizamının tabiatini göstermesi bakımından ehemmiyet arzeder. İslâm, her şeyden önce bir hidayet nizamıdır. Dört aylık mühleti müşriklere, sadece kudretli olduğu zamanlarda onları ansızın bastırmayı ve habersiz imha etmeyi — bugün devletlerarası münasebetlerde olduğu gibi — sevmediği için vermemiştir. Bilakis bu mühleti, düşünmeleri, akıllarını kullanmaları ve en sağlam yolu seçme imkânını bulmaları için vermiştir. Aynı zamanda, şirkten tevbe edip Allah’a rûcu etme arzusunu uyandırmakta; Allah’tan uzaklaşmaktan sakındırmakta, uzaklaştıkları takdirde ondan gelecek ihsan ve yardımlardan tamamen ümitlerini kesmektedir. Dünyadaki rezillikten başka âhiretteki acı azapla da korkutmaktadır. Belki bu, onların kalplerinde bir çalkantı meydana getirir de fıtratın üzerini kaplayan birikintiler temizlenir ve şirk illetinden kultulma imkânı kazanılmış olur...



Sonra... Bu, aynı zamanda müslümanlardan korkan, tereddüt, şüphe ve sıkıntı duyan bazı kimseler için de bir güven ve emniyet unsurudur. Her şey, şüphesiz ki Allah'ın hükmü ile cereyan etmektedir. Bundan dolayıdır ki her şeyin neticesi, daha başlamadan tayin edilmiştir!



Müşriklerden ve onların akitlerinden mutlak olarak beri olmak ölçüsüyle, münasebetler hususunda serdedilen umumî prensipten sonra muvakkat bir durum için istisnaî bir hüküm getiriyor ve tekrar umumî prensibe dönülüyor :



Yalnız, andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.



Haklarında bu istisnaî hüküm varid olan kimseler doğrusu; Bek i r oğullarından bir cemaattır. (Bekir ibni Kinane oğullarından Huzeyme ibni Âmir oğulları) Onlar, Hudeybiye’de


Kureyş ve müttefikleriyle akdettikleri muahedeyi bozmamışlar ve Huzara kabilesine düşmanlık hususunda Bekir oğullarıyla müşterek hareket etmemişlerdi. Halbuki Kureyş, bu düşmanlıkta Bekir oğullarına yardımcı olmuş ve böylece H u d e y biye muahedesini bozmuştu. Mekke fethi de, H u d e y biye ’den iki sene sonra olmuştu. Halbuki muahedenin on sene müddeti vardı. Bekir oğullarından olmalarına rağmen H u zeyme ibni Âmir oğullarının teşkil ettiği bu cemaat, hem şirke devam etmiş hem de akdinde sebat göstermiştir. İşte burada Resulullah, bu cemaatin akdini sonuna kadar devam ettirmekle emrolunmaktadır. Muhammed İbni Abbad ibni Cafer ’in, Süddî ve Mücahid’den rivâyeti de, bizim fikrimizi teyid eder. Süddî şöyle der : “Onlar, K ı n a n e oğulları kabilesinin Beni Damre, Benî Müdlec kollarıdır.” Mücahid de der ki: “Benî M ü d 1 ec ve Huzaa ’nın, Resulullah’la muahedesi vardı, ki Allah, onun hakkında şöyle buyurmuştur; “Anlaşmaya sonuna kadar riayet edin.” Ancak, Huzaa kabilesinin, fetihten sonra Islama girdiği düşünülebilir. Buna rağmen bu hüküm, şirk üzere devam eden müşriklere mahsustur. Az sonra gelecek olan yedinci âyet de bu hususu teyid eder :

Mescid-i Harâm’ın yanında anlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse, siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan kaçınanları sever.

K i n a n e kabilesinin bu iki kolu, Hudeybiye yılında Mescid-i Harâm konusunda muahede akdetmişler ve bu muahedenin maddelerini eksiksiz uygulayarak müslümanlaınn aleyhine hiç kimseye yardımda bulunmamışlardı. Binaenaleyh serdedilen istisnaî hükümde birinci derece bunlar kastediliyor ilk müfessirlerin görüşleri de bu meyandadır. Reşid Rıza da bu kanaatta olduğunu bildirir. Üstad Muhammed İzzet Darveze ise; Mescid-i Harâm’da yaptıkları muahede ile istisna kılınan kimselerin, ilk istisnada zikredilen ayrı bir cemaat olduğu görüşünü ileri sürüyor, zaten o, müşriklerle müslümanlar arasında daimî bir muahedenin cevazına imkân aramaktadır. Bu hususta da şu âyeti kerîmeyi delil getirmektedir :
“Size karşı doğrulukla hareket ederlerse, siz de kendilerine doğrulukla muamele edin.”

> Bu âyetten, müşriklerle devamlı andlaşmanın caiz olduğu hükmünü çıkarır. Defalarca söylediğimiz gibi bu ilâhı nizamın ve bu yüce dinin tabiatinden çok uzak bir iddiadır.

Hülasa onlar ahde vefa gösterdikleri müddetçe İslâm da vefa göstermiştir. Diğerlerine yaptığı gibi, onlara da dört ay değil, sonuna kadar mühlet vermiştir. Çünkü onlar, anlaşma şartlarına tamamen uymuşlar ve müslümanların aleyhinde herhangi bir kimseye yardım etmemişlerdi. Şu halde bu vefakâr davranışa ve muahedenin sonuna kadar devam etmesine onlar lâyıktırlar. Her ne kadar o günlerde, İslâm cemiyetinin durumu, bütün Yarımadayı şirkten temizlemek ve İslâm için güvenilir bir yurt haline getirmek ihtiyacında idiyse de, kendilerine bu vefakârlık gösterilmiştir. Gerçekten İslâm bunu yapmak zorundaydı. Çünkü Yarımadanın hudutları üzerinde sıralanan düşmanları, İslâmın kendileri için arzettiği tehlikeyi anlamışlar ve  T e b û k muharebesinden bahsedilirken anlatılacağı gibi İslâma karşı bir' araya_gelip müşterek harekete başlamışlardı. Daha önce Bızans’lılarla cereyan eden M u t e vakası da, Bu tehlikenin ilk işaretiydi. Ayrıca onlar, Güneyde (Yemen ’de) bu yeni dine karşı müşterek hareket için Sasanî İmparatorluğu ile de anlaşmışlardı.

Neticede İbni Kayyim’in söylediği olmuş ve Allah’ın, kendilerini istisnai bir hükümle ayırdığı ve müminlere de, onlarla olan muahedelerine vefa göstermelerini emrettiği kimseler, daha anlaşma müddeti dolmadan İslâma girmişlerdir. Hatta anlaşmalarını bozanlar ve yeryüzünde dolaşmaları için kendilerine dört ay mehil verilenler de yeryüzünde gezinmeden müslüman olmuşlardı.

Bu ilâhı davetin ana güzergâhını tayin eden Yüce Allah; bu nihaî darbenin zamanı geldiğini, şartların uygun olduğunu ve dünyanın durumunun da müsait olduğunu şüphesiz ki biliyordu. Bunun içindir ki o nihaî darbeyi, zahiri olayların vakıasına ve beşer ilminin ihata edemediği İlâhî takdire uygun olarak en münasip zamanda indiriyor ve olan oluyor.

Şimdi de akdine vefa gösterenlere karşı vefakâr davranmayı emreden İlâhî düsturun önünde buluyoruz kendimizi :

“Yaptığınız anlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah sakınanları sever.”

Yüce Allah ahde vefa göstermeyi, Allah korkusu ve sevgisine bağlıyor. Bu vefayı, kendisi için bir ibadet ve sahibini sevmeye vesile olan bir takva olarak kabul ediyor... Bu, İslâm ahlâkının temel, kaidesidir. Menfaat ve maslahatın değil... Her gün değişen anane ve geleneklerin kaideside degîl. Bu Allah'a ibadet ve yakınmanın kaidesidir. .. Müslüman, Allah’ın sevdiği ve hoşnut olduğu özellikleri ahlâk edinir. 0, bu hususta Allah’tan korkar ve O’nun rızasını gözetir. Bundan dolayı vefa, İslâm ahlâkının bir kaidesidir. Ahde vefa tabiî güzergâhında kulların menfaatini gerçekleştirir, maslahatlarını emniyete alır, parçalanma ve zıddiyetin, mümkün olduğu kadar az olduğu bir cemiyet vücuda getirir... Bu yolda beşer ruhunu yükseltir, yükseltir. .. Ta Allah’a ulaştırır...

Allah ve Resul unun, anlaşma olsun olmasın müşriklerden beri olduğu hükmünün beyanından sonra Müslümanlara karşı anlaşma şartlarının hiçbirini çiğnemeyen ve onların aleyhine hiç kimseye yardım etmeyenler istisna edilip te sonuna kadar onlarla olan muahedeye vefa gösterilmesi emri verildikten sonra... Tayin edilen müddetin dolmasını müteakip müslümanların yapacakları icraatı beyan eden hükümler getiriliyor:

Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Buradaki “hürmetli aylar” ifadesinden asıl maksadın ne olduğu hakkındaki görüşler muhteliftir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları mıdır?.. Bu durumda Hacc-ı Ekber günü bu berâetin ilaânından sonra kalan vakit, Muharrem ve Hac ayının kalan günleri olmak üzere elli gündür... Yoksa maksat, kurban gününün başlangıcından Rebîûlahirin yirmisine kadar olan muharebenin haram olduğu dört ay mıdır?.. Yoksa muahedeyi nakzeden kimselere verilen ilk müddetten ayrı olarak bu ikinci müddet, muahedesi olmayan veya gayri muvakkat bir muahedeye sahip olan kimselere verilen müddet midir?..

Burada bize göre en doğru görüş; zikredilen bu dört ayın, bilinen
dört ayın dışında bulunduğu görüşüdür. Haram ay denilmesinin sebebi bu aylar içinde savaşın haram olmasıdır. Bu dört ay boyunca yeryüzünde seyahat etmeleri için müşriklere eman verilmiştir. Bu umumî bir hükümdür — tayin edilen zamana kadar mehil verilen kimselerden muvakkat bir ahde sahip olanlar müstesna — ve şu âyeti kerime ile bu hüküm katiyet kesbetmiştir :

“Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz.”

Bu dört ayın başlangıcı, bu hükmün ilân edildiği gündür, ilânın tabiatine uygun düşen de budur zaten.

Yüce Allah, dört ay sonra, her müşriki buldukları yerde öldürmelerini, esir almalarını, hapsetmelerini veya geçit yerlerini tutmalarını ve henüz başka bir icraata girişmeden, onlara kaçıp kurtulma fırsatı vermemelerini — ahidlerine vefa gösterilmesi emredilen kimseleri istisna ederek — emretmiştir... Kafi miktar kendilerine imkân verildiğinden dolayı ansızın öldürülme durumu söz konusu değil. Zira ahitleri reddedilmiş ve başlarına gelecek şeyler, önceden haber verilmiştir.

Ancak, bu bir öldürme ve intikâm saldırısı değil sadece korkutma ve İslâmlaştırma hamlesidir :

“Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, peşlerini bırakın. Doğrusu Allah Gafur ’dur, Rahim ’dir.”

önlerinde, tam 22 senedir devam eden bir davet hareketi var. Ama bu davete onlar, müslümanlara eziyet ederek, dine girmelerine engel olarak, harbederek ve İslâm devleti aleyhine teşkilâtlanarak cevap verdiler. Bütün bunlara karşılık olarak, bu âyetin ifade ettiği hüküm, Islâmın, Resulullah’ın ve müminlerin onlara karşı ne derece merhametli davrandığını tablolaştırmıyor mu?.. Bütün bunlarla beraber İslâm, onlara ağuşunu açıyor... Yüce Allah Peygamberine emrediyor... İşkenceye maruz bırakılan, fitnelere düçar edilen, yurtlarından kovulan, canlarına kastedilen müminlere emrediyor... Allah’a samimiyetle tevbe edecek olurlarsa, —bu dini kabul ettiklerine, teslim olduklarına veya farizalarını yerine getireceklerine delâlet etmek üzere — İslâmî ölçülere sarılırlarsa müşriklerden ellerini çekmelerini emrediyor... Yüce Allah, ne kadar büyük suç olursa olsun, tevbeyi geri çevirmez :

“Doğrusu Allah Gafûr ’dur, Rahim ’dir.”
Bu hususta uzun fikrî münakaşalara girmek istemiyoruz. Tefsir ve fıkıh kitaplarında bu âyetin yeteri kadar münakaşası yapılmıştır :

“Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, peşlerini bırakın.”

Bu esaslar, acaba neden Islâmın şartları olarak kabul edilmiş ve kabul etmeyenler de küfürle damgalanmıştır?.. Ne zaman insan küfür damgasını yer?.. Acaba neden, Islâmın diğer rükünleri bir tarafa bırakılarak bu esaslar çerçevesinde tevbe etmekle iktifa edilmiştir?..

Biz bu âyetin, bütün bunların cevabı sadedinde geldiğini düşünmüyoruz. Bu âyet ancak, o gün Yarımadada yaşayan müşriklerin durumlarını izah etmektedir. O müşriklerden herhangi biri tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirse, şüphesiz ki bununla, bu ilâhı dine teslim olmuş ve Islama girmiştir. Bunun içindir ki âyeti kerime, tevbe etmek, namaz kılmak ve zekât vermek hususunda kati bir nass hükmündedir. Çünkü o zaman da müşriklerden birinin bunları yapması, İslâmî gönlüne yerleştirdiğinin, hakiki manası ve şartları ile İslâmî kabul ettiğinin açık delili sayılmaktaydı. Bu ameliyeden önce;

"Afbeeldingsresultaat voor la ilahe illallah muhammedin rasulallah gift" diyerek Allah’a bağlanmak ve Hz. Muhammed’in risaletini itiraf etmek gerekliydi.

Hülasa fıkhî bir hükmün takriri sadedinde gelmemiştir, bu hüküm... Sadece mevcut karışıklıklar hakkında yapılacak icraatın cevabı mahiyetinde gelmiştir.

Ve nihayet dört aylık mühletten sonra bütün müşriklere ilân edilen bu harbe rağmen, Islâmın müsamahası, ciddiyeti ve realist anlayışı yine varlığını devam ettiriyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi İslâm, bütün müşriklere ölüm ve katliam şeklinde bir harbe girişmemiştir. O, imkân bulduğu her anda bir. hidayet hamlesi olsun diye bunu yapmamıştır... Müşrikler bundan sonra darmadağın olmuşlar Islâma saldırmak için, yeniden biraraya gelmek imkânını kaybetmiştirler... Ve İslâm, onlara emniyet garantisi veriyor. Yüce Allah, onlara emân vermesini Peygamberine emrediyor: Emân verilip himaye edilmelerini... Tâ ki Allah'ın kelâmını işitsinler... İlâhi davetin tebliğine muttali olsunlar... Sonra Yüce Allah, onları emin oldukları yere kadar ulaştırmasını Peygamberine emrediyor... Bütün bunlar yapılıyor ve onlar hâlâ Allah’a inanmıyorlar...


Şayet müşriklerden biri sana sığınacak olursa Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içinde olacağı yere - ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.

Buradan da anlaşılıyor ki İslâm, beşer kalbini hidayete ve hakka ulaştırmak için büyük bir iştiyak duymaktadır. İslâm yurdunda emniyet ve güven isteyen müşriklere bu emniyet ve güvenin verilmesi gerekir. Çünkü bu durumda İslâm, onların tecavüzünden ve aleyhte bir teşkilât vücuda getirmelerinden emin olur. Öyleyse onlara, bu dini öğretmek ve Kur’an’ın sesini işitmek fırsatını vermekte hiçbir mahzur yoktur. Belki böylelikle kalpleri hakikate açılır da icabet ederler... İcabet etmeseler dahi, Allah, İslâm yurdunun ahalisine; yurtlarından çıktıktan sonra dahi onları korumalarını ve emin oldukları yere kadar onları ulaştırmalarını emrediyor.

Hiç şüphe yok ki bu, İslâm yurdunda onlara verilen emniyet ve güvenin en yüce zirvesidir. Ama Islâmın yüce zirveleri bir tane değil ki... ardarda sıralanıp gider... İşte bu, sadece o zirvelerden bir tanesidir: Müşrikleri korumak... Hem de senelerce müslümanlara düşmanlık yapan, fitnelere düçar eden ve işkenceler altında inim inim inleten Islâm düşmanı müşrikleri... İslâm yurdunun hudutları dışına çıkıp “emin oldukları yere ulaştırıncaya kadar devam eden bir himaye...

İslâm hidayet nizamıdır, dalâlet ve ölüm değil... Hatta İslâm saldırırken dahi selâmet için, barışı temin için saldırır...

İslâmda cihaddan bahsedenler, onun, insanları inanmaya zorlamak için bir vasıta olduğunu söylerler... Dinde daima müdafaa pozisyonunda kalan kimseleri böyle bir itham her an korkutuyor. Bu töhmeti yok etmek için de, Islâmın sadece sınırlarını ve vatandaşlarını korumak için savaştığını söylüyorlar. Bunların her ikisi de şu âyeti kerîmenin temsil ettiği yüce zirveyi araştırıp düşünmeye son derece muhtaçtırlar :

“Şayet müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güven içine olacağı yere ulaştır.”

Bu dinin gayesi, bilmiyenlere bildirmek, emân isteyenlere emân vermek ve kılıçlarını sıyıran, tecavüz ve taannütle karşı çıkan kimselerden onu korumaktır... Bu din; fertlere Allah kelâmını işittirmek,

insanlara Allah’ın indirdiği hükümleri bildirmek, insan ile onları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul eden İlâhi nizamın arasına dikilen maddi engel ve kuvvetleri yıkmak için elbetteki kılıçla mücahede edecekti... Ne zaman bu kuvvetler yıkılır ve o engeller izale edilirse, o zaman fertler kendi inançlarında ve Islâmın himayesi altında emniyete kavuşurlar. İslâm, onlara öğretir, ama korkutmaz; emniyet verir, fakat öldürmez... Sonra onları himaye eder ve emin olacakları yere kadar ulaştırmayı tekeffül eder... Bütün bunlar yapılır ve onlar, halâ Allah’ın nizamını reddetmektedirler!..

Bugün yeryüzünde beşer elinin mahsulü yığınlarca sistemler, dotrinler ve prensipler hüküm sürmekte. Ama hiç birisinde de düzene ve sisteme karşı çıkanlar, muhalefet edenler canlarından, mallarından, şeref ve namuslarından emin değiller, insanlık haklarının güven altında olacağından kuşkusuz bulunmuyorlar.

Sonra da bakıyorsunuz bir takım kimseler kalkıyor bu durumu göre göre İslâm nizamına yapılan ithamları defetmek için kem küm ediyor ve Allah’ın nizamını tahrife yelteniyorlar. Islâmın cihad prensibini gülünç bir kılığa sokarak cihadın kuvvete karşı direnme ve savunma olduğunu, hiç bir zaman bu durumun değişmediğini iddia ediyorlar.

NASIL OLUR?

7 — Mescid-i Haramin yanında andlaştıklarınızın dışında, müşriklerin Allah katında ve peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur? Size karşı doğrulukla hareket ederlerse siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.

8 — Nasıl ahidleri olabilirki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırırlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onların pek çoğu fâsıktırlar.

9 — Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!..

10 — Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendileridir.
11 — Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar. Biz âyetleri bilecek insanlar için açıklarız.

12 — Şayet ahidlerinden sonra yeminlerini bozarda dininize dil uzatırlarsa sizde küfrün elebaşlarıyla vuruşun, belki vaz geçerler. Çünkü onların antları, ahidleri yoktur.

Müslümanlarla Arap Yarımadasında yaşayan müşriklerin belirtilmesi tamamlanınca, onlarla her türlü dostluk ve muahedenin sona erdiğini bildiren âyetler serdediliyor... Onlardan bir kısmı ile dört aylık mühletin hitamında bir kısmıyla da anlaşma müddeti sona erdikten sonra münasebet kesilmiş ve böylece iki durum ortaya çıkmıştır :

1 — Ya tevbe etmek, namaz kılmak ve zekât vermek, yani İslâma girmek ve vecibelerini eda etmek.

2 — Veya öldürmek, hapsetmek, esir almak ve geçit yerlerini kesmek...

Akidleşme meselesinin bu şekilde sona erdiği belirtilirken, bu yeni âyetlerde, müşriklerin Allah ve Resulu nezdinde bir akde sahip bulunmalarının caiz olmayacağı ve asla kabul edilmiyeceği bir keyfiyet olduğu manasına bir istifhamı inkârî getiriliyor. Bir defa âyet, prensip olarak bunu kabul etmemekte, kökünden reddetmektedir. Bunun için de şu ifadeyi kullanmaktadır :

“Müşriklerin Allah katında ve Peygamberi önünde nasıl bir anlaşmaları olur?”

İlk âyetleri takiben gelen bu istifham-i inkârîden anlaşılmaktadır ki; ahidlerine vefa gösteren, anlaşma şartlarından hiçbirini bozmayan ve sonuna kadar müslümanların aleyhinde hiç kimseye yardımda bulunmayanlara mühlet verildiğini bildiren ilk âyetlerdeki hükümler nesholunmuştur... Bu hüküm, şu âyeti kerîme ile tekrar teyid edilmektedir :

“Ancak Mescid-i Haram yanında andlaştıklarınız müstesna, size karşı doğrulukla hareket ederlerse, siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmeleri bozmaktan sakınanları sever.”

Bu yeni teyidde daha fazla bir açıklama göze çarpmaktadır. İlk emir, mutlak olarak muahede müddeti boyunca doğru hareket edenlerin ahidlerine vefa gösterilmesini tazammun etmekteydi. İşte bu âyeti kerime o mutlakiyeti kayda bağlamak için geliyor. Ve burada bahis mevzuu edilen ahde vefa hususunun geçmişte olduğu gibi sûrenin

bitimine kadar da onların tutumuna bağlı olduğunu belirtiyor. Âyeti kerimenin kullandığı siğalarda ve kelimelerde bile o muameleler ve münasebetlere son derece dikkat edildiğini ve yalnız zımni mefhumlarla iktifa edilmeyip konuşulan kesin kararlar halinde serdedildiğini görüyoruz.

Sûrenin ve bu bölümün giriş kısmında belirttiğimiz açıklamaların ışığı altında o günkü İslâm cemiyetinde mevcud olan şartların böyle kesin bir tavır takınmayı gerektirecek kadar nazik bir durum arzetmesi itibariyle âyeti kerime müslümanların içinde bulundukları tereddüd, sıkıntı ve korku havasını dağıtmak için onlara müşriklerin gerçek durumunu açıklıyor ve müslümanlara karşı içlerinde besledikleri duyguları açığa çıkarıyor. Buna göre müşrikler müslümanlarla yaptıkları hiç bir ahde sadakat göstermemekte, ellerinden gelen her şeyi yapmaktan çekinmemekte, verdikleri sözü tutmamakta, güçleri yettiği zaman da tecavüz etmekten geri durmamaktadırlar. O halde onlara emân verilmemeli, müslüman olmadıkça da bel bağlanılmamalıdır.

*

• •
“Müşriklerin Allah katında ve Peygamberi önünde nasıl bir andlaşmaları olur?” /

Müşrikler, Allah’a halis bir ubudiyetle kul olarak dine bağlanmayı benimsemiyorlar. Kezâ Resulullah’ın risaletini de kabul etmiyorlar. öyleyse Allah ve Resulu’nun bunlarla muahedesi nasıl düşünülebilir? Onlar, kendileri gibi bir kulu red ve inkâr etmiyorlar... Kezâ kendileri gibi bir beşer elinin mahsulu olan bir nizamı da inkâr etmiyorlar. Onlar, kendilerini yaratan ve rızıklandıranı inkâr ediyorlar. Başlangıçta bu inkârla Allah ve Resulune’de meydan okuma cüretine kalkıştılar, öyleyse Allah ve Resulu ile onlar arasında bir muahedenin mevcudiyeti nasıl söz konusu olabilir?..

Bu, istifham-ı inkârinin meydana çıkardığı bir ana meseledir. Muayyen bir duruma değil, bizzat muahede prensiplerine dayanan bir dâva...

Burada bir proplem göze çarpıyor. Şöyle ki: Müşrikler fiilen bir muahedeye sahiptirler. Bu muahedelerin bazısına Allah, vefa gösterilmesini emretmiştir. M e d î n e ’de İslâm devletinin kurulduğundan beri devam eden yahudilerle, müşriklerle, muahedeler yapılmıştı. Hicretin altıncı senesinde de Hudeybiye Muahedesi yapılmıştı. Geçen sûrelerin âyetlerinde bu muahedelere riayet edilmesi bildiriliyordu. Ancak ihanet korkusu karşısında muahedeyi bozmaya da cevaz veriliyordu. Şayet müşriklerle olan muahede prensibinin esası, burada hakkında inkâr vârid olan hüküm ise; bu son inkâr prensibinin nüzulüne kadar devam eden o muahedeler nasıl mübah kılınmıştır?..

Enfal vç Tevbe Sûresinin başlarında belirttiğimiz şekilde aksiyoner İslâm nizamının tabiatini sağlam ve doğru bir anlayışla kavrayanlar için böyle bir problemin manası yoktur... O muahedeler, kendi zamanında muayyen bir durumu, denk şartlarla karşılamak için akdedilmiştir. Nihaî hüküm Allah ve Resulu ile müşrikler arasında bir muahedenin mevcut olamıyacağını bildirmektedir. Halbuki o muahedeler, İslâm hareketinin yolundâ görülen bir merdivenin ilk basamakları mahiyetindedir. Islâm, başlangıçtan heri yeryüzünde Allah'ın ortağı olamayacağı ve dinin sadece Allah’a ait olacağı . hususundan hareket etmiştir. İlk günden beri bu gayesini ilân etmiş şe hiç kimseyi bu gayede" yanıltmamıştır. Bazan şartlar müşriklerden arzu edenlerle sulh etmeyi, muahede akdetmeyi ve anlaşma yapmayı gerektiriyordu. Buna rağmen hiç bir zaman son ve nihaî gayesinden unutmamıştır. Yapılan sulh ve anlaşmaların da müşriklerce muvakkat olduğunu, bir gün mutlaka hücuma geçeceklerini, İlâhî dine gayesine ulaşma imkânını kolay kolay vermiyeceklerini ve bazı istisnaî haller müstesna olsa da asla ona emniyet yüzü göstermiyeceklerini de unutmamıştır... Zira başlangıçtan beri Allah müslümanlara şu haberi veriyordu :

“Güçleri yeterse sizi dininizden döndürene kadar sizinle savaşa devam edeceklerdir.”...

Zaman ve mekân kaydı tanımayan ebedî bir düsturdur bu. Durum ve şart nedir kabul etmeyen Hak bir sözdür bu...

Temelden reddetmekle beraber Yüce Allah, ahidlerine vefa gösteren, müslümanlara karşı muahede şartlarından hiçbirini bozmayan ve muahede müddeti boyunca müslümanların aleyhine hiç kimseye yardımda bulunmayan muahede sahiplerine, doğru hareket etmele-
ri şartiyle, müslümanlara muahdeyi sonuna kadar devam ettirme iznini vermiştir :

“Ancak Mescid-i Harâm’da andlaştıklarınız müstesna... Onlar size karşı doğrulukla hareket ederlerse, siz de kendilerine doğrulukla muamele edin. Allah, sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.”

Âyeti kerîmenin, Mescid-i Harâm’da muahede akdettiklerine işaret ettiği bu kimseler, aşağıdaki âyeti kerîme izahında zikredilen cemaatten başkası değildir :

“Yalnız anlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riayet edin. Allah, sakınanları sever.” (25)

Bu cemaat beraetinde umumiyeti ve mutlak oluşu münasebetiyle bu umumdan müstesna kılmak için ilk defa zikredilen bir cemaattir. Burada müşriklerle yapılan muahede prensipleri hakkında serdedilen istifham-ı inkâri münasebetiyle tekrar zikrediliyor. Bu, mutlak hükmün, ilk hükmü neshettiği zannından meydana gelen bir korku sebebiyle burada tekrar aynı şey zikrediliyor. Keza mevzuun aynı olduğuna delâlet etmesi için de, her iki taraftaki âyetlerde takva ve Allah’ın muttakileri sevdiği zikrediliyor. Aynı zamanda ikinci âyet, birinci âyette zikredilen şartları tamamlamaktadır. Birinci âyette; mazide, doğru hareket etmiş olmaları şartı konuluyor; ikinci âyette buna, istikbalde de doğru hareket etmeleri şartı ilâve ediliyor. Bu, aynı mevzu hakkında varid olan iki âyetin zımmındaki nassların sigalarına kadar nüfuz eden ince ve derin bir dikkatin eseridir.

İman ve inanç sebebiyle getirilen istifham-i inkârîden sonra,şimdi de vakiî ve tarihî sebeplerle akidleşme prensibi hakkında bir istifham-ı inkâri getiriliyor ve müteakip âyetlerde de her âyetin arası birleştiriliyor :

Nasıl ahidleri olabilirki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırırlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onların pek çoğu fâsıktırlar.

Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!..
25. Tevbe: 4.
Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendileridir.

Müşriklerin Allah ve Resulu ile nasıl muahedeleri olabilir? Onlar ancak; âciz kaldıkları ve size galip gelemiyeceklerini anladıkları anlarda sizinle muahede yaparlar. Şayet galip geleceklerine, zafere ulaşacaklarına inansalar, aranızdaki hiç bir muahedeye veya sözleşmeye itibar etmeden veya size olan kötü niyetlerini gerçekleştirmek için aranızdaki anlaşmayı engel kabul etmeden yapacaklarını yaparlar!.. Onlar, hiçbir muahedeye riayet etmezler... Ellerine fırsat geçti mi, size tatbik edecekleri azap ve işkencelerin hududunu da bilmezler. Hatta herkesçe kabul edilen örfleri de tanımazlar... İnsanlık dışı hareketlerinden dolayı zemmedilmeye de aldırmazlar... Çünkü onlar, güçleri yeterse sizi cezalandırmak hususunda sınır tanımayan şiddetli bir kin taşıyorlar size karşı... Hatta aranızda anlaşma olsada onlar yapacaklarını yaparlar... Aranızdaki muahede, onların size yapacaklarını yapmalarına mani teşkil etmez. Ancak size güç yetirememeleri ve size üstün gelememeleri bir mani teşkil eder. Bugün olduğu gibi siz kuvvetli olduğunuz zaman yumuşak sözlerle ve ahde vefa tezahürleriyle sizi memnun etmeğe çalışırlar. Fakat kalpleri size karşı kin doludur. Muahedeyi* devam ettirmeye yanaşmak istemezler. Onlardan size ne vefa, ne de dostluk gelir!..

“Onların pek çoğu fasıkdırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür.”

İşte sizin için biriktirilip doldurulan o şiddetli kinin, ahde vefa göstermeme niyetinin ve güçleri yeterse sizi cezalandırmak için hiçbir kayıt tanımamanın asıl sebebi budur: Fasık oluşları. Allah’ın dininden yüz çevirmiş olmaları ve O’nun hidayetini tanımamalarıdır!.. Kendilerine gelen Allah’ın âyetlerine karşı, kaybetmekten korktukları basit dünya menfaatlerini tercih ettiler. Onlar, İslâmın, kendilerini bu menfaatlerin bir kısmında alıkoyacağından veya mallarından bir kısmını talep edeceğinden korktular... Allah’ın âyetlerini bu değersiz pahalarla değişmeleri sebebiyle insanları Allah’ın yolundan menettiler. Kendilerini de, başkalarınıda bu yoldan uzaklaştırdılar. Bu yaptıkları öyle kötü bir şeydir ki, onun kötülüğünü Yüce Allah şöyle beyan ediyor :

“Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!..”

Sonra onlar, bu kinlerini sizin şahsınıza karşı duymuyorlar. Bizzat sizin şahıslarınıza karşı bu kötü hareketlere girişmiyorlar... Onlar her mümin için aynı kini taşıyorlar ve her müslüman için ayrı iğrenç hareketlere tevessül ediyorlar... Onlar, kin ve intikâmlarını, sizin üzerinde bulunduğunuz esasa, yani imana tevcih ediyorlar. Tıpkı bütün tarih boyunca, her seferinde bu dinin samimi müminlerinin karşılaştığı her düşmanda görüldüğü gibi... Firavn, sihirbazlarını en şiddetli azap, işkence ve ölüm nevileriyle tehdit ederken, onlar Firavn’a ' şöyle sölyüyorlardı :

“Senin bizden intikâm almıya kalkışman sırf Rabbimizin âyetleri gelince iman etmemizden ileri geliyor.” (26)

Resulullah da, Rabbinden aldığı esasla Ehli Kitaba şöyle sesleniyordu :

De ki: “Ey Ehli Kitab, siz sırf bizim Allah’a inanmış olmamızdan dolayı hoşlanmıyorsunuz bizden”... (27)

Yüce Allah ise, müminleri yakan “ U h d u d ” kavmini şöyle anlatıyordu :

“Onlar sırf Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman etmelerinden dolayı kızıyorlardı müminlere”... (28)

^ Kısacası onları kızdıran şey imandır. Bundan dolayıdır ki onlar,her mümine bu şiddetli kini duyuyorlar ve onlara karşı hiçbir muahede ve sözleşmeye riayet etmiyorlar :

“Onlar bir mümin hakkında ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler. Onlar taşkınların ta kendisidir*” Onlardaki düşmanlık sıfatının kökü, oldukça derinlerdedir. Bizzat imandan nefret etmek ve insanları ondan alakoymakla işe başlarlar. Sonra bizzat imanın karşısına dikilmekle, müminlere işkence etmek için fırsat kollamakla ve güçlerinin yeteceğine inanıp kuvvetlerinden emin oldukları zaman müslümalarla olan bağlarına ve muahedelerine riayet etmemekle devam ettîrirler bu nefreti. O zaman mevcut muahedelere aldırmadan, sözleşmelere bakmadan ve her tür-
26. Araf: 126.

27. Maide: 59.

28. Bürüc: 8.
lü kötülüğü icra etmekten çekinmeden rahatça müslümanlara yapacaklarını yaparlar^ "

' SonraYüce Allah, müşriklerin bu durumuna müminlerin nasıl mukabele edeceklerini açıklıyor :

Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar. Biz âyetleri bilecek insanlar için açıklarız.

Şayet ahidlerinden sonra yeminlerini bozar da dininize dil uzatırlarsa siz de küfrün elebaşlarıyla vuruşun, belki vaz geçerler. Çünkü onların antları, ahidleri yoktur.

Müslümanlar öyle bir düşmanla karşı karşıyadırlar ki, işkence fırsatını yakalıyabilmek için gözlerini açmış bekliyor durmadan.

Bunlar en küçük bir şefkât ve merhamet hissi duymadan müslümanları parçalamağa çalışırlar. Ancak yapamadıkları zaman'faaliyetlerine son verirler. Ne mevcut bir muahede, ne mer’î bir sözleşme, ne yürürlükteki bir antlaşma ve ne de devam eden bir akrabalık bağı onları durdurmaz!.. Bu ifadenin arkasında, uzun tarihî gerçekler yatıyor. Bütün tarih şehadet eder ki, onların değişmeyen taktiğidir bu. Hiç bırakmazlar bu taktiği. Bazı istisnaî hallerde çok kısa bir zaman için değiştirseler dâhi, sonunda yine aynı taktiği kulİanırlar.

Bu uzun tarih,kulları kullara kulluktan küftârip sadece "Allah'a kulluğa götüren Allah’ın nizamı ile kulların kullara kulluğu esasına dayanan cahiliyet nizamları arasındaki kesin çatışmanın ameli vakıalarıyla oluşmaktadır. Aksiyoner İslâm hareketi için, Yüce Allah’ın şu kesin ve sarih beyanatiyle onu karşılamalıdır hep :

“Şayet tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse sizin din kardeşiniz olurlar.’’...

Ya müslümanların dahil oldukları dine dahil olurlar ve mazideki şirk ve düşmanlıktan tevbe ederler. O zaman İslâm da, müslümanlar da mütecaviz müşrikler tarafından maruz kaldıkları her şeyi unutur ve onları affederler. Böylece aralarında akide esasına dayanan bir bağ vücuda gelir. Bu yeni müslümanlar da, eski müslümanların kardeşleri olurlar. Mazideki bütün kötülükler kalplerden ve realite eleminden silinir gider.

“Biz âyetleri bilecek insanlar için açıklarız”

Bu hükümleri ve onun hikmetlerini, ancak bilen, anlayan müminler idrak eder.


Veyahut, sözleştnelerinden sonra yeminlerini bozacaklar ve müslümanların dinine tan edecekler. Bu halde-onlar, küfür önçüleridirler. Onların ne sözleşmeleri olur, ne de muahedeleri... 
O takdirde onlarla savaşmak gerekir. Belki o zaman hidayete gelmeleri mümkün olur... Nitekim aynı meseleye daha önce de temas etmiş ve değinmiştik ki; İslâm ordusunun kuvvetli olması ve cihadda galip gelmesi, bir çok kalpleri doğruluğa irca eder ve onlara galip gelen hakkı gösterir. Bu sayede onlar da hakkı tanımış ve onun hak olduğu için galip geldiğini, çünkü arkasında İlâhî kuvvetin bulunduğunu ve peygamberin O’nun Resulu olduğunu ve Resulullah’ın kendilerine tebliğ ettiği şeylerde sadık olduğunu anlamış olurlar. Belki de bütün bunlar, onları tevbeye ve hidayete götürür. Zorla ve kahren değil; bir çok zamanlarda olduğu ve yine olacağı gibi galip olan hakkı açıkça gördükten sonra kalben kani olarak...

TARİHİN IŞIĞINDA

Ve sonra... Bu âyetlerdeki hükümlerin geçerli olduğu saha neresidir? Tarihî İçtimaî saha nedir? Sadece, o zamanki Arap Yarımadası ahalisine mi mahsustur? Yoksa onun, bütün zaman ve mekân boyunca devam eden başka buutları var mıdır?

Bu âyetler, Arap Yanmadası’nda İslâm ordusu ile müşrik orduları arasındaki Vakıalara tevcih edilmiştir. Bu âyetlerde varid olan hükümlerin, o vakıaları kastettiğinde şüphe yoktur. Kezâ orada kastedilen müşrikler de yarımadada yaşayan müşriklerdir...

Haddi zatında bu doğrudur. Fakat bu âyetlerin nihaî şümul sahasının, sadece bundan ibaret olduğunu mu sanıyorsunuz?

Biz, bütün tarih boyunca müşriklerin müminlere karşı durumlarını düşünmek ve araştırmak zorundayız. Böylece bu âyetlerin hakiki sahasını meydana çıkarmış ve müşriklerin bütün tarih boyunca takındıkları tavrı tam manasiyle görmüş oluruz.

Arap Yarımadası’ndaki durumu, meşhur Siyer kitaplarından ortaya çıkarabiliriz. M e k k e ’de Islâma davetin başladığı ilk günden beri, bu sûredeki âyetlerin geldiği zamana kadar müşriklerin bu dine ve bu dinin müminlerine karşı tutumlarını tasvir için, sadece tefsirimizin bu cüzünde serdedilen esaslar bile kafi gelir.

Şu da bir gerçektir ki, müslümanlar, Ehli Kitap olan yahudi ve

“Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırmazlardı. Kalbleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnud etmeye uğraşırlar, onlardan pek çoğu fâşıktırlar.

Allah’ın âyetlerini az bir değere değişip, insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür.”

Bu, Ehli Kitap ve müşriklerin, müslümanlara karşı ilânihaye devam eden değişmez tutumlarıdır. Ehli Kitap hakkındaki sözü, sûrenin ikinci bölümüne bırakıyoruz. Müşriklere gelince; onların müslümanlara karşı bütün tarih boyunca değişmeyen âdetleri budur.

Bize göre İslâm, Hz. Muhammed’in risaleti ile başlamamış ancak Hz. Muhammed’le risalet müessesesi mühürlenmiştir. Müşriklerin, daha önce gelen her Resule ve her risalete karşı olan tutumları, şirkin mutlak olarak Allah’ın dinine karşı olan tutumunu gösterir. Devam edip giden uzun muharebeler de, ebedî Allah kelâmının tasvir ettiği gibi, istisnasız bütün beşer tarihî boyunca şirkin değişmeyen durumunu gösterir.

, Müşrikler;Hz. Nûh’a.Hz. Hûd’a,Hz. Salih’e, Hz. İbrahim’e 
Hz. Ş u a y b ’a, Hz. M û s a ’ya, Hz. İ s a ’ya ve onlara inananlara kendi devrelerinde neler yapmadılar?.. Sonra 
Hz. M u h a m m e d ’e ve müslümanlara karşı neler neler yaptılar?.. Onlar, şayet güçlü kuvvetli olurlarsa, müminlerle yaptıkları sözleşmeye ve teminata riâyet etmezler... —"
Müşrikler, Tatarlar vasıtasıyla müslümanlara neler yapmadılar
ki?.. Sonra günümüzde bile Hz. Peygamberden 14 asır sonra her yerde mülhidler ve müşrikler, neler yapıyorlar neler?.. Şaşmaz ve değişmez Kur’an âyetlerinin de ifade ettiği gibi onlar, müminlerle yaptıkları sözleşmeye ve teminata asla riayet etmezler...

Putperest Tatarlar, Bağdat’ta müslümanlara saldırdıkları zaman, tarihte eşine az rastlanan görülmemiş bir facia meydana gelmişti. Bu faciayı İbni Kesîr’in “El-Bidaye ven-Nihaye” adlı eserinden

özetleyelim. î b n i Kesir, hicri 656 yılı hadiselerini şöyle takdim ediyor :

“Tatarlar, şehre girdiler ve kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç... ayakta durabilen ne kadar canlı varsa hepsini öldürdüler. Halkın bir çoğu mahzenlere, hayvan ağıllarına ve haşhaş tarlalarına sindiler. Buralarda günlerce hapis kaldılar. Bir grub insan bir hana sığınıyor ve hanın kapılarını kapatıyor. Tatarlar geliyor kapıları kırarak veya yakarak açıyor, içeri giriyorlar. Bunu gören zavallılar kaçışıyor ve en üst katlara doğru çıkıyorlar. Tatarlar, onları yakalayıp joplarla öldürüyorlar. Handan dışarıya doğru oluk oluk kan akmaya başlıyor. — înna lillah ve inna ileyhi racian. — Mescidlerde, camilerde ve ağıllarda da aynı işlem tatbik ediliyor. Yahudilerden, hırıstiyanlardan ve kendilerine sığanan (29) Rafızi Vezir İbni Alkanî ’nin evine kapananlardan başka bir tek fert kurtulamıyor. Bir de bazı tüccarlar, mallarını, mülklerini vermek sûretiyle canlarını kurtarabiliyorlar. Bağdat, bütünüyle harap edildi. Ancak parmakla sayılacak bir kaç insan ayakta kalabildi. Onlar da korku ve zillet içinde...

Bu faciada B a ğ d a t ’da öldürülen müslümanların sayısı hakkında ihtilaf vardır. Bir kısmı; 800.000, bir kısmı da, 1.000.000 diyordu. Başkaları da; 2.000.000 can telef edildiğini söylüyordu.”

La havle vela kuvvete illabillah... Tatarların Bağdad’a girişleri, Muharremin sonlarına tesadüf eder. Kılıçlar, 40 gün müddetle Bağdat ’lıları biçmeye devam etti. Müminlerin emiri halife 
M u s t asım b i 11 a h da Safer ayının 14. çarşamba günü katledildi ve kabri silindi gitti. O, 46 yaşını 4 ay geçmişti. Hilafet müddeti ise, 15 sene 8 ay sürmüştür. Kendileriyle beraber 25 yaşındaki büyük oğlu Ebul Abbas Ahmed de öldürüldü. Sonra 23 yaşındaki ortanca oğlu Ebul Fadl Abdurrahman katledildi. En küçük oğlu mübarek ile Hadice, Fatma ve Meryem isimli üç kızkardeşi de esir alındı.

29. Ehli zimmet olan Yahudi ve Hıristiyanlar, hilâfet merkezini almak, orada Islâm'ın, Müslümanların hükmüne son vermek üzere Tatarlarla anlaşmışlardı. Onlara şehrin gizli taraflarını tanıttılar. Bu felâketin icrasında onlarla fiilen müşterek hareket ettiler. Müslümanların hükmüne son vermek için Putperest Tatarları gönülden bir iştiyakla karşıladılar. Üstelik bu insanlar, Müslümanlara zimmetlerini vermişler ve mukabilinde kendilerine emniyet verilmiş ve himaye edilmişlerdi.

“Vezirin düşmanı olan D a r û 1 hilafe hocası Şeyh Muhyiddin Yusuf Ibni Şeyh ebiil Ferec ibni C e v z i ’nin de hayatına kastedildi. Abdullah, Abdurrahman ve Abdülkerim isimlerindeki üç oğlunun da hayatlarına son verildi. Devlet büyükleri teker teker öldürüldü. Kâtip Mücahıd bin Aybek, Şihabuddin Süleyman Şah ve şehrin ileri gelenlerinden, dini reislerden bir çoğu şehit edildi. Abbasiler ’den bir adam, hilafet sarayından çağrılır, çocukları ve kansı çıkarılır, sonra dümdüz olmuş kabristana götürülür, o dehşet verici manzara gösterilir ve sonra da koyun keser gibi kesilir ve kızlarından, cariyelerinden hangisi arzu edilirse esir alınır... Şeyhler şeyhi, hilafetin şahsiyeti Sadruddin Ali bin Neyyar da öldürüldü. Hatipler, imamlar ve hafızlar kâmilen öldürüldü. Aylar boyunca Bağdat’da camiler, mescidler kapalı kaldı, cumalar tatil edildi.

40. günün sonunda mukadder facia sona erince B a ğ d a t ’ın her tarafı çökmüş, yıkılmış ve parmakla sayılacak kadar az bir insan hayatta kalabilmişti. Yollarda ölülerden tepeler meydana gelmişti. Yağan yağmurlar, ölülerin şekillerini değiştirmiş, cesetler her tarafa dayanılmaz bir koku neşretmeye başlamıştı. Bu hal, temiz havayı bile değiştirdi. Bundan dolayı şiddetli bir veba başgösterdi. Bu hastalık hava yolu ile Şam diyarlarına dahi sirayet etmişti. Kötü koku ve havanın değişmesi sebebiyle bir sürü insan dünyasını değişti. Veba, taün, bela, musibet, yokluk âdeta insanları mahvetmek için birleşmişlerdi.

 B a ğ d a t ’da emân verildiği haberi duyulunca, insanlar toprak altından, mahzenlerden, kuyulardan ve kabirlerden çıkmaya başladılar. Sanki mezardan çıkan ölüler gibi idiler. Birbirlerini tanıyamıyorlardı. Anne, evlâdını; kardeş, kardeşini tanıyamıyordu. Dışarda da şiddetli bir vebanın pençesine düştüler ve teker teker eriyip gittiler, önceden öldürülenlere iltihak ettiler...”

Bu, tarihî vakıalardan bir tanesidir. Görüyoruz ki müşrikler, müslümanlara güçleri yeterse ne verilen sözlere, ne yapılan andlaşmalara riayet etmektedirler? Bu, tarihin uzak devirlerinde ve mazinin karanlıklarında kaybolup giden Tatarlara mahsus bir tarihi vakıa mıdır?..

Hayır, asla!.. Modern devrin tarihi vakıaları, bundan hiç de farklı

değil... Hindistan’la Pakistan ayrıldıkları zaman, Hind putperestlerinin müslümanlara yaptıkları şenaat ve ihanetler, eski devirlerdeki Tatarların yaptıklarından hiç de aşağı kalmaz... Hindistan ’dan hicret eden 8.000.000 müslümanın, —barbarların, Hindistan ’da kalan müslümanlara yaptıkları zulümden kurtulmak için hicreti tercih etmişlerdi. — Pakistan ’a sadece

3.000. 000 a ulaşabildi. Kalan 5.000.000 kişiye gelince; onların hesabı yollarda görülmüştür. Hindistan devleti tarafından gayet iyi tanınan ve Hind hükümetinin ileri gelen kişileri tarafından korunan putperest, fakat muntazam bir insan sürüsü, müslümanlara tecavüz üstüne tecavüz etti. Yol boyunca onları kurbanlık koçlar gibi kestiler. Cesetlerini de, akıllarına gelen her türlü şenaati işledikten sonra, kuşlara ve vahşi hayvanlara yem yaptılar. Bunların yaptıkları, Tatarların B a ğ d a t ’lı müslümanlara yaptıklarından — çok değilse — hiç de az değildir... Tanzim edilmiş kuvvetlerin icra ettiği bu çirkin, şen’i ve korkunç facia, müslüman memurların 
P a k i s t a n ’a nakledildiği Tren kervanında işlenmişti. Halbuki Hind dairelerinde çalışan müslümanlardan arzu edenlerin hicret edebileceği hususunda tam bir ittifak yapılmıştı. Ve bu kervanda 50.000 memur vardı... Kervan, Hindistan’la Pakistan arasındaki “Hayber” geçidinde bir tünele 50 bin kişi ile girmiş, fakat diğer taraftan dağılmış, parçalanmış, her tarafa yayılmış insan cesetlerinin parçaları ile çıkmıştı... Feleğin çemberinden geçmiş putperest Hint sürüsü, T r e n ’i Tünelde durdurmuş ve 50.000 memurun paramparça olmasından, kan, kemik ve et yığını haline gelmesinden sonra yoluna devam etmesine müsaade etmişti. Yüce Allah’ın, efsiz kelâmı ne kadar doğru :

“Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi, size karşı ne akrabalık bağlarına ve de muahede hükümlerine aldırırlardı.”

Tatarların, komünist Rusya ’daki ve Ç i n ’deki halefleri, oradaki müslümanlara neler yaptılar neler?... Çeyrek asır içinde
26.000. 000 müslümamn canına kıydılar... Her sene bir milyon kişi... Bu öldürme ameliyesi, devam edip gitmektedir... İnsanı titreten, tüylerini diken diken eden o cehennemi işkenceler de acaba... Bu yıl, Ç i n kıtasında müslüman Türkistan ’lılara karşı, Tatarların şenaatlerini gölgede bırakan olaylar vuku buldu. Müslüman liderlerden biri getirildi, ana caddede bir çukur kazıldı. İşkence ve baskı ile müslümanlar, insan pisliklerini getirmeye zorlandı. {Devlet onları bütün ahaliden gübre olarak kullanmak için almıştı. Halbuki şimdi yemek olarak kullanıyordu!!!) Getirilen pislikleri, kuyudaki müslüman liderinin üzerine boşalttılar... Üç gün müddetle bu ameliye devam etti... Ve sonunda adam, kuyuda boğuldu gitti!..-

Komünist Yugoslavya ’da müslümanlara aynı şenaatleri uyguladı. Komünizmin Yugoslavya’ya yerleşmesinden sonra 2. Dünya Harbinden bu yana milyonlarca müslümanın canına kıydı. Aynı katliam ve aynı vahşî işkenceler halen devam etmektedir. Erkekler, kadınlar pastırma makinelerine sokuluyor ve diğer taraftan etten, kemikten, kandan mamul bir hamur halinde çıkarılıyordu.

Yugoslavya’da yapılan şenaatler, bütün komünist ve put-pereset devletlerde aynen uygulanmakta, bugün dahi aynı yüz kızartıcı işkencelere devam edilmektedir. Yüc Allah’ın eşsiz kelâmı ne kadar doğru :

“Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi, size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırırlardı?”

“Ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler... Onlar taşkınların ta kendileridir.”

Bu durum sadece Arap Yarımadası’na has geçici bir durum değildir. Hatta B a ğ d a t ’a has muvakkat bir facia değildi... Şurası muhakkak ve kati bir gerçektir ki; nerede mümin kitleler bulunursa ve nerede yalnız ve yalnız Allah’a tapılırsa... Ne zaman ve nerede Allah’tan başkasına tapan mülhidler ve imansızlar da mevcud olursa yukarda zikri geçen durumlarda bulunacaktır, aksi imkânsızdır. Zaten bundan dolayıdır ki yukardaki âyetler — her ne kadar yarımadadaki bir durumu ortadan kaldırmak ve inatçı putperestlerle muamele şekillerini beyan etmekte ise de — zaman ve mekân kaydıyla sınırlı değildir... Çünkü ihtiva ettiği hükümler her zaman ve her yerde geçerli hükümlerdir. Bunların uygulama hususuna gelince tamamen tatbik gücü ve imkânı ile alâkalıdır. Tıpkı Arap Yarımadası’nda olduğu gibi ne zaman ele imkân geçerse o zaman tatbik sahasına konur. Yoksa zaman ve mekânın değişmesiyle tebeddül etmeyen temel şartlar ve esas hükümle ilgili değildir...

HADİSELER VE DURUMLAR

13 — Yeminlerini bozup Peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavim ile harbetmezmisiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminseniz bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.

14,15 — Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Alîm ’dir, Hakim ’dir.

16 — Allah, içinizden cihad edenleri Allah’dan, Peygamberin’den ve müminlerden başka sırdaş edinmeyenleri belirtmeden sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.

Bu bölüm; prensip bakımından Allah ve Resulu ile müşrikler arasında bir muahedenin olamıyacağı hakkında serdedllen 
istifham-ı inkârîden, İslâma girmek veya savaşmak hususunda — onlardan biri aman dilerse, kendisine aman verilir, ta ki Allah’ın kelâmını duyuncaya ve İslâm hudutlarının dışında emin olduğu yere ulaştırılıncaya kadar— Müşriklere tercih hakkı verildikten ve bu istifham-ı inkârînin illeti olarak; güçleri yettiği takdirde müşriklerin müminler hakkında sözleşmeye ve teminata asla riayet etmiyecekleri hükmü serdedildikten sonra varid oluyor.

Bu fıkra; müslümanların ruhlarında dalgalanan tereddüt ve bu kesin karar hususundaki korkuya, umumi bir kıtale girişmeden diğer müşriklerin İslâma dönmeleri hususunda cana, menfaatlere ve mala duyulan korkuya karşı serdediliyor.

İlâhi kelâm, uzak ve yakın hadiseleri, geçmiş vakaları hatırlatmak sûretiyle, bu duygulara, korkulara ve illetlere karşı müslümanların kalplerine şevk ve heyecan veriyor. Onlara, müşriklerle akdetmiş oldukları muahedeleri ve yaptıkları antlaşmaları nakzettiklerini hatırlatıyor. Resulullah’ı Mekke ’den çıkardıklarını hatırlatıyor... 
M e d i n e ’de kendilerine ilk düşmanlık gösterenlerin yine müşrikler olduğunu zikrediyor... Müşriklerle karşılaşmaktan mı korkuyorsunuz hitabını yönelterek, onlarda haya, izzet ve gurur duygularını uyandırıyor. Şayet gerçekten mümin iseler, Allah’ın korkulmaya daha layık olduğuna işaret ediyor... Sonra müşriklerle savaşmaya teşvik ediyor. Allah, belki de onların eliyle müşrikleri cezalandırmak istemektedir. .. Ve müslümanlar da, hem Allah’ın ve hem de kendilerinin düşmanlarını cezalandırıp, kahretmek, rezil ve rüsray ederek, Allah için işkencelere maruz bırakılan müminlerin gönüllerine şifa vermek hususunda ilâhı kudrete örtü vazifesini görürler. Sonra müşriklerin harpsiz, kıtalsiz İslâma girecekleri hususunda bazılarının gönüllerine heyecan veren ümitlere ve bu heyecanın sebeplerine dikkat çekiyor. Bu sebepler sadedinde; onların İslama dönmelerinin, müslümanların muzaffer ve müşriklerin münhezim olmalarına, bağlanması hususundaki hakiki ümidin daha doğru olacağını hatırlatıyor. O zaman Allah'ın kendisine tevbe nasip ettiği bir çokları muzaffer İslâm nizamına kendiliklerinden geleceklerdir... Sonunda âyetler, Allah’ın kanunun; meydana çıkarmak için müminleri böyle zorluklara müptelâ kılacağını hatırlatıyor. Bu kanun, asla değiştirilemez, kayıt altına alınamaz...

“Yeminlerini bozup peygamberi yurdundan çıkarmağa teşebbüs eden, düşmanlık göstermekte ilk olan kavm ile harbetmez misiniz? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin iseniz bilin ki asıl korkmanız gereken Allah’tır.”...

Müşriklerin bütün tarihleri; onların müslümanlarla olan muahedeleri bozduklarına, antlaşmaları nakzettiklerine şehâdet eder. Bunun en canlı misali, Hudeybiye’de Resulullah’la akdettikleri muahedeyi bozmalarıdır. Resulullah, Rabbinin ilham ve hidayeti ile onların bütün şartlarını kabul etmişti. Peygamber öyle ağır şartları kabul etmişti ki, ashabın ileri gelenleri, bu şartları kabul etmenin zillet olduğu düşüncesine kapılmışlardı. Buna rağmen Resulullah, ince ve titiz bir dikkatle bu ahde vefa gösterdi. Ama onlar, yine ihanet ettiler. Daha iki sene geçmemişti ki, ilk fırsatta antlaşmayı bozdular. Onlar, daha önce de Resulullah’ı Mekke ’den çıkarmaya teşebbüs etmişler, sonunda da hicretten önce onu öldürmek kararını almışlardı. Katillerin bile masuniyet ridasına büründüğü Beytullah’da yapılıyordu bütün bu işler... Hatta biri, orada kardeşinin veya babasının katilini yakalasa, ona elini dokunduramazdı. İnsanları sadece Allah’a kulluğa çağıran, insana ve hidayete davet eden Allah’ın

Resulu Hz. Muhâmmed’e gelince; müşrikler, ona bu hakkı da çok gördüler... Onu Mekke ’den çıkarmaya yeltendiler... Hayatına kastetmek için plânlar hazırladılar... Onu Beytullah’ta öldürmeye karar verdiler... Sıkılmadan... Ahdin ve geleneğin bozulacağını düşünmeden... Anarşitlere bile tanınan hakkı ona tanımadan... Onlar, M e d î n e ’de de müslümanları öldürmeye ve onlarla harbetmeye yeltendiler... Çıkardıkları kervanın kurtulmasından sonra müslümanların üzerine çullanmak için £bu Cehil’in komutasında bir araya geldiler... Sonra U h u d ’da, Hendek’te onlarla savaştılar. Sonra Huneyn ’de de bir araya geldiler... Bütün bunlar yeni hadiseler, canlı hatıralardı... Bütün bunların sebebi hikmeti, Yüce Allah'ın ısrarla belirttiği bir ölçüden daha iyi anlaşılmaktadır :

“Güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşacaklardır.”

Keza bu âyette Allah’tan başkasma tapan ordularla Allah’a tapan orduların arasındaki münasebet tarzı ortaya çıkıyor.

Ayeti kerimeler hadiseleri, vakıaları, hatıraları arzederken müminlerin kalplerine müessir, seri ve derin temaslar yapıyor ve şöyle hitap ediyor ;

“Onlardan korkuyor musunuz?”

Onların, müşriklerle savaşmamalarının sebebi, korku, haşyet ve tereddüttür.

O sualin akabinde, sualden daha çok müminlerin kalplerini çarpan bir ifade serdediliyor :

“Eğer müminseniz, bilin ki, korkmanız gereken Allah’tır.”

Mümin, hiçbir kuldan korkmaz. O, sadece Allah’tan korkar. Müşriklerden korktukları zaman, düşünmelidirler ki Allah, korkulmaya, daha layıktır. Başka birinin korkusunun, bir müminin kalbinde yer bulması, asla caiz değildir ! ‘ "

Bu hadiseleri, vakıaları ve hatıraları arzetmekle müminlerin kalplerine coşkunluk ve heyecan veriliyor... Müminler, müşriklerin, Peygamberlerine karşı plânladıkları ihanetleri hatırlıyorlar. Muahedelerinin, daima müşrikler tarafından bozulmasına maruz kaldıklarını, her an müşriklerin ihanetlerine muhatap olduklarını ve bir gaflet anlarını yakalamak veya açık bir gedik bulmak için dikkatle takip edildiklerini biliyorlar... Sonra taşkınlık ve zulüm derecesine varan bir düşmanlık ve katliamla, müşriklerin kendilerine karşı olan davranışlarını da hatırlıyorlar... İşte bu şiddetli hissi çalkantı anında müminler, kıtale teşvik ediliyor :

“Onlarla savaşın kî, Allah sizin elinizle onları azâblandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de müminlerin gönüllerini ferahlandırsın. Kalplerindeki öfkeyi gidersin.”

Onlarla savaşınız!.. Allah, sizi kudretinin örtüsü ve iradesinin aleti yapmıştır... Sizin elinizle onları cezalandırıyor, rezil ve rüsvay ediyor... Kuvvetlerine aldandıkları halde onları hezimete düçar ediyor... Sizi muzaffer kılıyor... Müşriklerin işkence ve zulümlerine maruz kalan müminlerin gönüllerine şifa veriyor. Hakkın eşsiz zaferi, bâtılın hezimeti ve sapıkların kovulması ile, öfkeleri tedavi ediyor.

Mesele sadece bundan ibaret değildir, beklenen başka bir hayır ve ulaşılan başka bir sevap ta var :

“Allah, dilediğinin tevbesini kabul eder.”

Müslümanların muzaffer olduklarını gören, beşerî güçlerden başka bir kuvvetin onları desteklediğine şahit olan ve durumlarında imanın tesirlerini müşahede eden bazı müşriklerin basiretlerini, Allah, hidayete doğru meylettirmiş ve onları imana getirmek sûretiyle müslümanlara zafer ihsan etmişti. İşte o zaman mücahit müslümanlar da, cihatlarının mükâfatını aldılar; sapıkları hidayete getirmenin mükâfatını. .. İslâm da, şirkten tevbe eden bu mühtedilerle, mevcut kuvvetine yeni kuvvetler ilâve etme imkânını buldu :
“Allah Alîm ’dir, Hakim ’dır.”

Alîm ’dir; mukaddimelerin arkasında gizlenen neticeleri bilir... 
H a k î m ’dir; amel ve hareketlerin sonuçlarını takdir eder...

İslâmm kuvvetli olduğunun meydana çıkması ve herkes tarafından kabul edilmesi bir takım gönüllerde İslâmın güçsüzlüğünden veya nüfuz ve kuvvet derecesi belli olmayan bir dine bağlanma korkusundan dolayı beliren tereddüdü yok eder. Böylece müslümanlar güçlenir de bir yandan aziz, bir yandan da güçlü olarak bilinirse İslâm davetinin yolu kısalmış ve en azından yolun yarısı katedilmiş olur.

Müslümanlan yegâne Kur’an nizamı ile terbiye eden Yüce Allah, onların M e k k e ’de zayıf olduklarını ve tardedildiklerini sayıp dökmüyor; bilakis onlara bir tek şey emrediyor: Sabır!.. 
Sabredildiği ve zaferden ayrı olarak cennette talep edildiği zaman, Allah onlara zaferi de ihsan eder. Galibiyet, kendisi için değil; dini ve dâvası içindir... Ve onlar da İlâhi kudretin örtüsünden başka bir şey değildirler.

Müslümanların müşriklerle mücahede etmeleri ve onların karşısında bir tek saf halinde dikilmeleri artık zaruret haline gelmiştir. Niyetleri ve gizli düşünceleri ortaya çıkarmak, kendini akideye teslim etmeyen kişilerin arkasında gizlendikleri örtüleri kaldırmak, müşriklerle münasebette bulunmanın kazanç sağlamak için faydalı olduğunu ileri süren kimselerin mazeretlerini iptal etmek ve akrabalık bağları veya menfaat gayesiyle müşriklerle dostluk ve sevgi teatisinde bulunanları ortaya koymak için bu cihadın yapılmasında zaruret vardır. Bu örtü ve mazeretleri izale etmek, herkes için ayrılığı kesin olarak ilân etmek artık kaçınılmaz bir gerçektir. Böylelikle kalplerinde kötülük gizleyenleri, Allah’tan, Resulünden ve müminlerden başkalarını dost edinenleri meydana çıkarmak mümkün olacaktır. Aslında onlar, muhtelif ordugâhlar arasında mümeyyiz ve açık olmayan münasebetlerin gölgesinde müşriklerle olan menfaatlerine ve aralarındaki irtibata sığmıyorlar :

“Allah, içinizden cihad edenleri, Allah’tan, peygamberinden ve müminlerden başka sırdaş edinmeyenleri belirtmeden sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.”...

İslâm cemiyetinin içinde — her zaman olduğu gibi — dalavereci bir grub vardı. İyi beceriyorlardı dalavereyi. Mazeretler beyan etmek ve duvarları aşmak konusunda mahir idiler. Herkesin önünden ardından giriyor, toplumun hesabına da olsa düşmanlarla münasebet kuruyor ve hep kendi menfaatlarını temin ediyorlardı. İki karargâh arasında ayrılıkların ve aralıkların bulunmasından istifade ederek yapıyorlardı bunu. Karşı grubla olan münasebetlerin kesildiği açıklanıpta bu menfaatçılar güruhunun yolu tıkanınca her şey açıkça ortaya çıktı. Gözlerden uzak biç bir dolap dönmez oldu.

Hiç şüphesiz perdelerin yırtılması, gizli dönen dolapların kaldırılması, giriş çıkış noktalarının bilinmesi İslâm cemaatının menfaati icabıydı. Ancak böyle samimi savaşçılarla sahtekâr dalavereciler
meydana çıkar ve iki güruhta olduğu gibi bilinirdi herkes tarafından. Zaten Allah da, daha önceden onlara bildiriyordu :

“Allah işlediklerinizden haberdardır.”

Fakat Yüce Allah; insanları, fiilleri ve gidişatları ile muhasebe eder. Keza safları temizlemek, kalpleri güzelleştirmek ve gizli niyetleri açığa çıkarmak için ibtilâ da, Allah’ın kanunlarındandır. Ve bu kanun, belâlar, sıkıntılar, zorluklar ve mükellefiyetler gibi değildir.

17 — Müşriklerin, Allah Mescidini ziyarete ve o mescidi imar etmeğe hakları yoktur. Onlar kendi küfürlerine kendileri şahiddirler. Onların bütün yaptıkları beyhudedir ve onlar ateşte ebedî kalıcıdırlar.

18 — Allah’ın mescitlerini ancak ALLAH’a ve âhiret gününe iman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’dan başkasından korkmayan kimseler imar eder, işte doğru yola erişmişlerden olmaları umulanlar bunlardır.

19 — Hacca gelenlere su vermeği, Mescid-i Haram ı imar etmeyi, Allah’a ve âhiret gününe inanmak, Allah yolunda cihad etmekle bir mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında bir olmazlar. Allah zulmedenleri doğru yola eriştirmez.

20 — İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan kimselerin Allah yanındaki mertebeleri pek büyüktür. İşte kurtulanlar onlardır.

21 — Rableri onlara rahmetini, rızasını ve içinde tükenmez nimetler bulunan ebedî cennetleri müjdeler.

22 — Orada ebedî kalırlar. Doğrusu büyük mükâfat Allah katından dır.

Berâetin ve müşriklerle savaşmıyanların, mazeret ve delillerinin kabul edilmeyeceğinin ilânından sonra, artık müşriklere mescidlerin ziyaretini veya imarını yasaklamak hususunda tereddüt olamaz. Onlar, cahiliyet devrinde hem ziyaret, hemde imar faaliyetini icra edebiliyorlardı. Burada âyeti kerîme, müşriklere Allah'ın evlerini imar hakkının verilmesini reddediyor. Bu hakkın sadece Allah’a inanan ve emirlerini yerine getirenlere mahsus olduğunu belirtiyor. Böylece cahiliyet devrindeki Allah’ın evini imar ve hacıları sulama vazi-

felerini kökünden değiştiriyor. Bu Âyetler, ilahi dinin hakikatini açıkça anlayamayan müslümanların ruhlarındaki sarsıntıları da izale etmektedir.

• •

HİÇ AYNİ OLURLAR MI?

“Müşriklerin Allah mescidini ziyarete ve o mescidi imar etmeğe hakları yoktur. Onlar kendi küfürlerine kendileri şahittirler.”

Bu emirle, mesele baştan reddediliyor. Onun temyizi de yoktur. Çünkü eşyanın tabiatine aykırıdır. Allah'ın evleri Allah’a mahsustur. O’nun isminden başka hiçbir şey zikredilmez. Orada O’ndan başka hiç kimseye du edilmez, öyleyse kalplerini tevhid ile imar etmeyenler, Allah’a başkalarını ortak koşanlar ve küfre şehadet edenler nasıl olur da Allah’ın evlerini imar edebilirler?

“Onların bütün yaptıktarı beyhudedir.”

Kökünden bâtıldır onların yaptıkları... Tevhidden başka hiç bir esasa dayanmayan Allah’ın evlerini imar etmeleri de bâtıldır :

— “Ve onlar ateşte ebedî kalıcıdırlar.”

Açık ve sarih olarak küfretmeleri yüzünden... İbadet, akideden neş’et eder. Akide sahih olmayınca, ibadet de sahih olmaz. Dini emirlerin yerine getirîlmesi ve mescidlerin imarı;sahih imanî ve itikatla, açık ve gerçek bir yaşayışla ve amel ve ibadette sadece Allah’a bağlanmakla kalpler imar edilmeden bir değer ifade etmez :

“Allah'ın mescitlerini ancak ALLAH’a ve âhiret gününe iman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’dan başkasından korkmayan kimseler imar eder.”

Gizli iman ve açık amel şartlarından sonra sadece Allah korkusunu emreden âyetler, boş yere gelmemiştir. Allah için her şeyden tecerrüt etmekte, şuur ve gidişatta şirkin her türlü tesirinden kurtulmakta mutlak zaruret vardır. Allah'dan başka birinden korkmak da, şirk-i hafinin bir çeşididir. Âyeti kerime burada itikatı şirkten temizlemek ve her türlü ameli Allah’a tahsis etmek için bu şirk-i hafiye dikkatimizi çekmektedir.İŞte-ancak o zaman müminler, Allah'ın mescidlerini imar etmekk ve Allah’ın hidayetini umud etmek hakkını elde ederler:

“İşte doğra yola erişmişlerden olmaları umulanlar bunlardır.”


Ancak kâlp Allah’a yöneldikten ve azaları, ibadet vazifesini eda ettikten sonra, Allah, bu yönelme ve ibadete, hidayet ve kurtuluşa ulaştırmakla mukabele eder.

Bu, Allah’ın evlerini imar hakkına sahip olmak ve Allah’ın müslümanlara da, müşriklere de beyan ettiği ibadetleri ve dini emirleri kuvvetlendirmek hususunda serdedilen İlâhi kaidedir. Akideler sadece Allah’a tahsis edilmediği ve amel veya cihaddan nasipleri olmadığı halde cahiliyet devrinde hacıları sulayan ve kâbeyi imar edenlerle; samimi olarak iman eden, Allah yolunda ve O’nun adını yüceltmek uğrunda mücahede eden kimseleri aynı seviyede mütalaa etmek asla caiz değildir:

“Hacca gelenlere su vermeği, Mescid-i Harâm’ı imar etmeyi, Allah’a ve âhiret gününe inanmak, Allah yolunda cihad etmekle bir mi tuttunuz? Bunlar Allah yanında bir olmazlar.”

Allah ölçüsü budur... O’nun değişmez takdiri de...

“Allah zulmedenleri doğru yola eriştirmez.”

Kâbeyi imar etseler, hacıları sulasalar dahi inançlarını şirkten temizlemeyen ve hele hak dini din olarak kabul etmeyen müşrikleri Allah, asla hidayete erdirmez.

Bu parağraf mücahit ve muhacir müminlerin faziletini beyan eden, onları bekleyen rahmet, ilâhi rıza, daimî nîmet ve büyük ecirleri dile getiren ifadelerle nihayete eriyor :

İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan kimselerin Allah yanındaki mertebeleri pek büyüktür. İşte kurtulanlar onlardır.

Rableri onlara rahmetini, rızasını ve içinde tükenmez nimetler bulunan ebedi cennetleri müjdeler.

Orada ebedî kalırlar. Doğrusu büyük mükâfat Allah katindadır.

“Allah yanındaki mertebeleri pek büyüktür” âyetindeki üstünlük ifadeleri, bir tercih ve değerlendirme değildir. Yani bu âyetten, az da olsa diğerlerinin de bir dereceleri vardır manası çıkmaz. Bu, mutlak bir üstünlüğün ifadesidir. Diğerlerine gelince :

“Onların bütün yaptıkları beyhudedir ve onlar ateşte ebedî kabadırlar.”

Onlarla mücahid ve muhacir müminler arasında, derece ve nimetler hususunda üstünlük ve faziletin münakaşası yapılamaz.

Sonra âyetler, müminlerin kalplerindeki duygu ve bağların, Allah için ve Allah’ın dini için herşeyden tecrit edilmesi, kötülüklerden temizlenmesi yolunda akışına devam ediyor. Müminleri menfaat, lezzet ve akrabalık bağlarından kurtulmaya davet ediyor. Beşeri lezzetlerin ve hayat bağlarının bütününü toplayıp terazinin bir kefesine koyuyor, Allah ve Resulunun sevgisini ve Allah yolunda cihad aşkını da diğer kefesine koyuyor ve müminlere istediklerini seçme serbestisini veriyor :

ANADAN, BABADAN VE CANDAN GEÇMEDİKÇE

23 — Ey iman edenler, babalarınızı, kardeşlerinizi — eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa — dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, doğrusu kendine yazık etmiş olur.

24 — Dc ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, hoşlandığınız yurtlar sizin için Allah ile Peygamberinden, Allah yolunda savaşmaktan daha değerli, daha sevgili ise, o halde Allah, emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.

Bu akide, kalpte kendisine ortak birinin bulunmasına tahammül edemez. Ya bu akide için her şeyden tecerrüt etmek, veya bu akideden tecerrüt etmek... Bir müslümanın, ailesi ile, akrabası ile, eşi ve çocukları ile, mal ve işi ile, zevk ve lezzeti ile olan ilişkisinin kesilmesi hiçbir zaman matlup değildir. Hatta hayatın temiz rızıklarını terkedip kendisini sadece zühde ve ibadete vermesi de arzu edilmez. .. Bu akide, bunların hiçbirini istemez. Ancak bu akide, her gaibin kendisine tahsis edilmesini, kendi sevgisine hasredilmesini ister kalplere sadece kendisinin hâkim olmasını, muharrik ve müşevvik unsurun sadece kendisi olmasını arzu eder. Bu gerçekleştiği anda, hayatın her türlü temiz rızıklarından faydalanmak, müslümanın en tabiî hakkıdır. Ancak bu akidenin arzularıyla çatışdığı anda bütün bunlar elinin tersiyle itmek istidadını da kaybetmemelidir.
İşte yolların ayrılış noktası: Ya akideyi hâkim kılmak, veya zevk ve lezzetleri... Her sözü ya akideye bağlamak veya dünyadaki unsurlardan her hangi birine... Müslüman kâlbini sadece akideye tahsis ettiğinden emin olduktan sonra çocuklardan, kardeşlerden, eşlerden ve kabileden istifade edebilir... Mallar, ticarethaneler ve meskenler edinebilir... Allah’ın zînetlerinden ve temiz rızıklarından faydalanabilir. Onlardan, Allah’a şükrün bir nişanesi olarak faydalanmak gerekir... Zaten Allah, bütün bunları, istifade etmeleri için kullarına ihsan etmiştir. Ve müminler de biliyorlar ki, O, rızık verendir... Nimetler ihsan edendir...

İNANÇ YUVASI

“Ey iman edenler, babalarınızı, kardeşlerinizi — eğer küfrü sevip onu imana tercih ediyorlarsa — dost edinmeyin.”

İşte bu âyetle kâlp ve .akide bağı koptuğu zaman, kan ve nesep bağına da son veriliyor. Allah için yakınlık ve dostluğun son bulması ile ailedeki yakınlık ve dostluğa da nihayet veriliyor. Dostluk, sadece Allah için olmalıdır... Bütün beşeriyet, Allah için dostlukta kaynaşmalıdır. Eğer bu keyfiyet ortadan kalkarsa, dostluk da ortadan kalkar. Bağlar koparılır... İpler kesilir :

“İçimizden kim onlan dost edinirse, doğrusu kendine yazık etmiş olur.”

 Buradaki “Zalimler” sözü ile, hiç şüphe yok ki müşrikler kastedilmektedir. Böyle bir kavmi — eğer onlar, küfrü imana tercih ediyorlarsa— dost edinmek^şirktir... İmanla kabili telifi mümkün değildir.

Âyeti kerime, sadece bu prensibi zikretmekle iktifa etmiyor, bilakis lezzet, zevk ve bağların çeşitlerini de arzediyor. Bunu yaparken de, bütün bunları terazinin bir kefesine, akide ve gereklerini de diğer kefesine koymak gayesini izhar ediyor. Bir tarafta: Babalar... oğullar... kardeşler... eşler... kabile fertleri (Akrabalık, kan, nesep ve hısımlık bağı)... Mallar... Ticaret “Fıtratın arzu ve hevesi”... rahat meskenler “hayatın tadı ve lezzeti”... Diğer tarafta da: Allah ve Resulunun sevgisi... Allah yolunda cihad aşkı... Bütün icapları ve zorluklarıyla cihad isteği... Belâsına, ızdırabına, sıkıntısına, mahru-

miyetlerine, acılarına, fedakârlık zaruretine, yaralanmak ve şehit düşmek gibi büyük zorluklara aldırmadan cihad aşkı... Bütün bunlardan sonra da, şöhret, tanınmak ve kendini göstermek duygusundan tamamen uzak olarak “cihadın sadece Allah yolunda” yapılması... övünmekten, iftihar etmekten, kibirden tamamen uzak olarak.. Yeryüzü ehline bunları hissettirmekten sakınarak... Aksi halde onun ne mükâfatı, ne de sevabı olur :

De ki: “Bahalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, hoşlandığınız yurtlar sizin için Allah ile Peygamberinden, Allah yolunda savaşmaktan daha değerli, daha sevgili ise, o halde Allah, emrini gönderinceye kadar bekleyin.”

^ Dikkat edin, o yolda meşakkâtlar, zorluklar, eziyetler var... Bunlara tahammül gayet çetin ve zordur... Bu yol işte böyledir... Yoksa :

“Allah’ın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleye durun!..”

Yoksa fâsıklar zümresine girersiniz.

“Allah fâsıklar zümresini sevmez.”

Bu duygulardan tecerrüd, sadece ferdlerden istenmiyor. Ayni zamanda müslüman toplumdan da isteniyor. Allah yolunda cihadın icaplarından, imanın iktizasıdan daha mühim bir şey olması imkânsızdır. Allah, mümin .kitleye götürebilecekleri için bu kadar teklifleri yüklüyor. “Allah kişiye taşıyabileceğinden fazlasını yüklemez.” Bu tecerrüdü Allah kendi indinden bir kerem, bir rahmet, bir lütuf olarak insanlara ihsan ediyor. O tecerrüdün ulvî zevki bambaşkadır... Allah’a ulaşmanın zevki... Allah'ın rızasına kavuşmanın zevki... Aşağılıktan, düşüklükten kurtulup, yücelmenin zevki... Kan ve etin ağırlığından kurtuluşun zevki... Parlak, aydınlık ufuklara yükselişin zevki...

Sonra hatıraları ve müslümanların çok yakın bir zamanda yaşadıkları vakıaların safahatını arzetmekle hisler harekete getiriliyor... Kuvvetleri, hazırlıkları ve cesaretleri olmadığı halde Allah’ın kendilerince zafer ihsan ettiği bir çok yerler hatırlatılıyor. H u n e y n savaşına dikkat çekiliyor. O gün sayıca çok oldukları halde hezimete uğradıkları, fakat sonra Allah, kuvvetiyle onları muzaffer kıldığı hatırlatılıyor. O gün, M e k k e ’yi fetheden bu muzaffer İslâm ordusuna sadece kendi istekleriyle katılanların sayısı 2.000 kişiyi buluyordu. 1

Ama o gün müslumanların kâlpleri, hazırlıklarına ve sayıca çokluklarına aldanarak Allah’tan gaflet etmişti. Halbuki müminler, Allah için herşeyden tecerrüt etmenin yegâne zafer hazırlığı olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hazırlık ve sayıca üstün olmanın, mal, kardeş ve evlât yönünden ilerde bulunmanın hezimete mani olamıyacağını da çok iyi biliyorlardı:

HUNEYN GÜNÜ

25 — Andolsun ki Allah size bir çok savaş yerlerinde, sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çokluğunuz size bir fayda vermediği, yeryüzü bütün genişliği ile size dar geldiği, nihayet arka çevirerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.

26 — Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmedikleri ordular indirdi, kâfirleri azaba uğrattı. Kâfirlerin cezası budur.

27 — Bundan sonrada Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Allah onlara, bir çok yerde yardım etmişti. Bu yardımları, onlar henüz unutmuş değildirler. Bu yardımları anlatmak için ima yollu bir işaretten daha fazla tafsilâta da gerek yoktur. Huneyn vakıasına gelince; o, hicretin 8. senesinde, Mekke 'nin fethinden sonra Şevval ayında vuku bulmuştur. Resulullah Mekke fethini tamamladıktan sonra. Bütün ahali İslama girmiş. Peygamber de onları serbest bırakmıştı. İşte bu anda, Resulullah’a, kendisiyle savaşmak için 
H e v a z i n kabilesinin ayaklandığı malik 1 b n i A v f en-nadrinin riyasetinde harekete geçtiği ve bütün Sakif kabilesinin, Benî Çeşm ve Benî Sa’d kabilelerinin, Beni Hilâl kabilesinden evza kolunu, Amr İbni Âmir ile Avf İbni Âmir oğullarından birçok kimselerin de H e v a z i n kabilesine iltihak ettiği haberi ulaştı. Ve bütün bu kabileler, kadınlar, çocuklar ve ineklerle beraber yola çıkmışlardı. Resulullah da, muhacir, ensar ve çeşitli Arap kabilelerinden mürekkep 10.000 kişilik M e k k e ’yi fetheden ordusuna ilâve olarak M e k k e ’de müslüman olan

ve serbest bırakılanlardan 1.000 kişi ile birlikte düşmana doğru hareket etti. İki ordu, Mekke ile T a i f arasında “ denilen vadide karşı karşıya geldi. Müslümanlar oraya vakit, henüz sabahın alaca karanlığıydı. Süratle vadiye indiler. Halbuki vadide düşman ordusu pusu kurmuştu. Müslümanlar bunu anlayamadılar ye yağan oklar, sıyrılan kılıçlar ve tek bir vücut halinde yapılan hamleler karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. O zaman müslümanlar — Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi — yüz geri dönüp kaçmaya başladılar. Fakat Resulullah, azim ve sebat gösteriyor, üzerine bindiği boz renkli katırını düşmanın üzerine doğru sürmeğe devam ediyordu. Aynı anda A b b a s sağ özengiye, Ebu Süfyan da sol özengiye yapışmış hayvanı durdurmaya çalışıyorlardı. Resulullah ise, gür sedası ile müslümanları düşmanın üzerine atılmaya davet ediyor ve şöyle diyordu :

“Ey Allah’ın kulları!.. Ben, Allah’ın Resuluyum!..” Sonra şu kafiyeli cümleleri tekrarlıyordu :
“Yalan yok gerçek, Peygamberim ben, herkes bilir Abdülmuttalib’in oğluyum ben.”

Rusulullah’ın yanında, ashabının ileri gelenlerinden ancak 100 kişi kalmıştı. Bazıları da 80 kişi kaldığını söylüyorlar. Ebu Bekir, Ömer, Abbas, Ali, Fadl İbni Abbas, Ebu Süfyan İbni Hars, Eymen İbni Ümmü Eymen, Usame İbni Zeyd ve daha birçokları, Resulullah’ın yanında kalanlar arasında idiler. Sonra Peygamber, gür sesli amcası Abbas’a, bütün kuvvetiyle şöyle nida etmesini emretti:
Ey Şeceretür Rıdvan ashabı!.. (Yani ağaç altında, tek bir ferdin dahi geri dönmemesi üzerine kendi arzularıyla biat eden müslümanlar...)

Abbas, çağırmaya devam ediyordu.

Ey Bakara Sûresi ashabı!..

Bu nidalara müslümanlar şu karşılığı verdiler :

Lebbeyk... Lebbeyk...

Bütün ordu süratle geri dönüp Resulullah’a iltihak etmeğe başladı. Hatta bazı kimseler, bütün zorlamasına rağmen hayvanını döndürmeyince derhal atından atlıyor, zırhını kuşanıp hayvanını salıyor ve kendisi piyade olarak Resulullah’a iltihak ediyordu. Resulullah’ın yanında yeterli kuvvet birikince, onlara süratle düşmanın üzerine saldırma emrini verdi... Neticede müşrikler, Hezimete uğratıldı. Müslümanlar onları kovalayarak bir çoklarını da esir aldılar. Resulullah’ın yanına, boynu bükük esirlerle döndüler.

Bu, müslümanların 12.000 kişi gibi büyük bir kuvvetle yapmış oldukları ilk muharebedir. Müslümanlar, bu ordunun mağlûp edilemiyeceği düşüncesine kapılarak zaferin ana unsurunu unutmuşlardı. İşte Allah, daha harbin başlangıcında perişan etti. Fakat sonra Resulullah’a yapışan ve onunla sebat gösteren az bir kuvvetle onları muzaffer kıldı. (*)

Âyeti kerimede, hissi infialleri ve maddi görüntüleri ile muharebenin esasını arzediyor:

“Sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çokluğunuz size bir fayda vermediği, yeryüzü bütün genişliği ile size dar geldiği, nihayet arka çevirerek dönüp gittiğiniz gün ”

İşte böyle... Çoklukla övünmek, ruhi hezimete, sarsıntıya, sıkıntı ve müşkülâta götürür insanı... Bütün genişliğine rağmen dünya bile dar gelir... Bu, aynı zaman da hissi hezimetin, geri dönmenin, firar etmenin de sebebi olur...

Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi.

Allah’ın indirdiği güvenlik, sanki bir örtüdür... Çırpınan kâlpleri tespit eder, dağılan infialleri sükûnete erdirir.

“Ve görmedikleri ordular indirdi.”

Bu ordunun mahiyetini ve tabiatini bilemeyiz... Rabbinin ordularını, ancak kendisi bilir...

“Kâfirleri azaba uğrattı.”

ölümle, esaretle, idamla, hezimetle...

“Kâfirlerin cezası budur.”

Bundan sonra da Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah 
G a f û r ’dur, Rahim ’dir.

Hata eden, fakat ardından tevbe edenler için mağfiret kapısı her zaman açıktır.
* Kısa* değişiklikle lbnî Kesir tefsirinden nakledilmiştir.

Âyeti kerime burada H u n e y n savaşını, Allah’ı unutmanın ve O’nun kuvvetinden başka bir kuvvete güvenmenin neticelerini arzetmek için zikrediyor. Aynı zamanla başka bir hakikati de bize zımmen açıklıyor: Her akidenin dayandığı kuvvetin hakikatini! Sayı çokluğu hiç bir şey değildir... Akide için her şeyden tecerrüd eden, sebatkar, birbirine bağlı ve anlayışlı bir azlık asıl kuvvet unsurudur... Hatta sayı fazlalığı çok kere hezimetin bile sebebi olabilir. Çünkü akidenin hakikatini idrak edemediği halde, umumî cereyana sürüklenerek bu akideyi kabul eden bazı kimseler, bir zorluk anında sendeler, ayakları sallanır... Cemaatin, sayı çokluğuna aldanıp Allah’a olan bağlarını sağlamlaştırmaya lüzum görmeyerek bu zahirî çoklukla zafer sırrının uyanıklığını unutmaları yetmiyormuş gibi, bunlar saflar arasında hezimete ve sarsıntılara sebebiyet verirler.

Her akide; dalgaların sürüklediği köpüklerle ve rüzgârların alıp götürdüğü atlarla değil; seçilmiş, temiz civanmertlerle kendini kabul ettirmiştir.

Bu noktaya gelen, yakın mazideki bir hatıra ile müslümanların vicdanlarını tesir altına alan âyeti kerîme, müşrikler hakkındaki söze nihayet veriyor ve nihaî hükmü de kıyamet gününe tehir ediyor :

28 — Ey iman edenler, müşrikler murdar insanlardır. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilinki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz Alim ’dir, Hakim ’dir.

Müşrikler necistirler... İlâhî ifade, onların ruhlarının pisliğini dile getiriyor ve bunu, onların mahiyeti ve bünyelerinin fasik vasfı haline irca ediyor. Onlar, bütün varlıkları ve bütün hakikatleriyle pistirler... Hisler, onu çirkin görür... Temiz insanlar, ondan temizlenmek ihtiyacını hissederler. Hakikatte bu, manevî bir pisliktir, hissi değil... Vücutları pis değildir şüphesiz... Ama Kur’an’ın üslubu, ifade tarzı budur. (30)
30*kuranda edebi tasvir bak.

Murdardırlar.Artık bu yıldan sonra mescidi harama yaklaşmasınlar.

Mescid-i Harâm’ın, onlara yasak edilişinin sebebi budur. Hatta âyeti kerîme, onların, Mescid-i Harâm’a yaklaşmalarını bile yasak
ediyor. Buna sebep olarak da, onların pis olduğunu, halbuki Mescid-i Harâm'ın temiz olduğunu zikrediyor.

Fakat Mekke lilerin dört gözle beklediği kazanç mevsimi... Yarımadada yaşayan büyük çoğunluğun iaşe yolu olan ticaret... Nerde ise hayatın esas dayanağı haline gelen kış ve yaz faaliyetleri... Müşriklerin haccetmekten menedilmesi ve bütün müşriklere karşı umumî bir cihadın ilân edilmesiyle, şüphesiz ki hepsi de zarar göre' çeklerdi.

Evet. Ama bu akidedir!.. Allah, akide için, kalplerin bütün bunlardan temizlenmesini murad ediyor:

“Eğer fakirlikten korkarsanız, bilinki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir.”

Allah dilerse sebepleri sebeplere tebdil eder... Dilerse bir kapı kapatır, fakat bir çok kapılar açar...

“Allah şüphesiz Alim ’dir, Hakim ’dür.”

İlmiyle, hikmetiyle, takdir ve hesabıyla her şeyi O idare eder... 

«

**

AYRILAN YOLLAR

Kur’an metodu; önceleri iman seviyeleri aynı olmadığı halde Mekke fethi ile kurulan İslâm cemiyetinde de hükmünü icra ediyor...

Bu kısımdaki âyetlere dikkat ettiğimiz zaman, Islâm cemiyetinde zaman zaman gedikler açıldığını, fakat Kur’an nizamının derhal bu gedikleri kapattığını, o biricik Kur’an metodu ile bu ümmeti terbiye etmek için çok uzun boylu gayretler sarfedildiğini anlıyoruz.

Kur’an metodunun, bu ümmeti ulaştırmayı gaye edindiği zirve, Allah için herşeyden tecerrüt etmek, O’nun dinine ihlâsla bağlanmak, bütün akrabalık bağlarına ve her türlü hayati lezzet ve menfaatlere rağmen akide esaslarına dayanarak her şeye son verebilmek zirvesidir. Bütün insanları sadece Allah’ın kulu kabul eden Allah nizamı ile, insanları birbirinin kulu haline getiren cahiliyet nizamının tamamen farklı oluşu, hiçbir meselede asla uyuşamadıkları ve beraber yaşamalarının da imkânsız olduğu hakikatinin idrakine eren bu anlayışla ancak Kur’an nizamının gayesi tamamlanır ki, bu anlayışı da Ancak Kur’an metodu meydana getirmektedir.


Bu dinin tabiati ile, cahiliyetin tabiatine dair bu zaruri ve elzem anlayış olmadan, _insan, İslâm ordugâhı ile diğer ordugâhlar arasındaki münasebet ve muamelelerin kaideleri hakkındaki İslâmî hükümleri ne anlayabilir ve ne de bu hükümleri yürütebilir...

And olsun ki Allah size bir çok savaş yerlerinde, sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz, fakat çokluğunuz size bir fayda vermediği, yeryüzü bütün genişliği ile size dar geldiği, nihayet arka çevirerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.

Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ye görmedikleri ordular indirdi, kâfirleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezası budur.

Bundan sonra da Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah 
G a f û r dur, Rahim ’dir.

Ey iman edenler, müşrikler murdar insanlardır. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz Alîm ’dir, Hakim ’dir.

29 — Kendilerine kitap, verilenlerden olup da Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ile peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle ta boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.

30 — Yahudiler: “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha evvel kâfir olanların sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah’dan bulsunlar. Nasıl da uyduruyorlar!

31 — Bunlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Tanrılar edindiler. Halbuki onlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmelerinden başkasıyla emr olunmamışlardır. O’ndan başka hiç bir Tanrı yok. O, bunların eş tutageldikleri herşeyden münezzehdir.

32 — Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemesede Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.

33 — Müşrikler hoşlanmasalarda, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah’dır.

34 — Ey iman edenler, hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarıın haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfedetmeyenlere can yakıcı bir azâbı müjdele.

35 — Biriktirdikleri altın ve gümüş cehennem ateşinin kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Biriktirdiğinizi tadın” denecek.

AÇIK BİR DÜZELTME

Sûrenin bu ikinci kısmı, İslâm cemiyeti ile Ehl-i Kitap arasındaki münasebetler hakkında nihaî hükümleri ihtiva etmektedir. Daha öncede söylediğimiz gibi birinci kısım, Arap Yarımadası’ndaki müşriklerle İslâm cemiyeti arasındaki münasebetlerin nihaî hükümlerini muhtevi idi.
Birinci kısımdaki Âyetler, o zamanlarda Arap Yarımadası'ndaki vakıalara temas ediyor, adadaki müşriklerden bahsediyor ve doğrudan doğruya onlara uygun düşen olayları ve sıfatları belirtiyordu. Buradaki'âyetler ise lâfız ve mana yönünden umumilik vasfına haizdir ve Ehl-i Kitab’ın her ferdini hükmüne ithal etmektedir. Hatta o kitap ehli olanlar, ister Arap Yarımadası dahilinde olsunlar, ister haricinde, hepsi aynı hükme dahildirler.

Bu kısımdaki Âyetlerin tazammun ettiği bu nihai hükümler; İslâm cemiyeti ile hıristiyanlar arasında henüz bir münasebet kurulmadan önce devletler arası münasebetlerin dayandığı bazı kaideler hakkında esaslı değişiklikler ihtiva etmektedir. Ancak o zamana kadar hıristiyanlarla münasebet kurulmamasına rağmen, yahudilerle bir takım olaylar vuku bulmuştu.

Bu yeni hükümlerdeki bariz değişiklik; Allah'ın dininden inhiraf eden Ehl-i Kitap’ta, hor ve hakir oldukları halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşa devam etme emridir... Cizye verme esasından gayrı hiçbir sulh ve dostluk muahedesi olamaz. Ancak o zaman zimmî hukuku uygulanır ve onlarla müslümanlar arasında emniyet ve selâmet kaim olur. Şayet onlar, kendi arzularıyla müslümanlığı kabul edecek olurlarsa, müslümanlardan biri gibi olur ve öyle muamele görürler...

Akide olarak İslâmî kabul etmeye asla zorlanmazlar. Çünkü bu hususta İslâm! kaide şudur :

“Dinde zorlama yoktur.”

Ama, cizye vermeden de kendi dinleri üzerine de bırakılmazlar. Onlarla müslüman cemiyeti arasında bir muahede ancak bu şartlarla kabul edilebilir.

İslâm cemiyeti ile Ehl-i Kitap arasındaki münasebetlerin kaideleri hakkında serdedilen bu nihai değişikliğin tabiati; ancak, bir taraftan Allah’ın nizamı ile cahiliyet nizamları arasındaki münasebetlere derin vukufla... Diğer taraftan da aksiyoner İslâm nizamının tabiatini, onun çeşitli merhalelerini ve daima değişen beşeri vakıalara denk olarak yenilenen vesilelerini açık bir idrakle anlamak mümkün olabilir.

Allah'ın nizamı ile cahiliyet nizamları arasındaki kesin ve kati münasebetlerin tabiati; ancak özel şartlar ve özel durumlarda bera-

ber yaşamalarının mümkün olduğu zamanlar kavranılabilir. Bunun da kaidesi; kulları kullara kulluğun esaretinden kurtarıp sadece Allah’a kulluğun hürriyetine kavuşturmak dâvasını güden Islâmın umumi davetinin önüne devlet gibi, idari nizam gibi, yeryüzündeki cemiyetlerin durumları gibi herhangi bir maddi engelin konulmamasıdır. Bu, Allah’ın nizamıdır!... Kulları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kulluğa götürebilmesi için, Allah onun hâkim olmasını ister... Cahiliyet nizamları ise; bu İlâhî nizamı kendi bünyesinden atmak, Allah’ın nizamıyla yeryüzüne yayılan hareketi söndürmek ve bu hareketin hükmüne son vermek gayesini güderler.

Aksiyoner Islâm nizamı; beşerî vakıaları, bu vakıaları denk hatta daha üstün bir hareketle, çeşitli merhaleler ve daima yenilenen vesilelerle karşılar... İslâm cemiyeti ile cahiliyet cemiyetleri arasındaki münasebetler hakkında gelen nihai hükümlerle merhale merhale hükümler, o merhaleler çerçevesindeki bu vesileleri temsil ederler.

İşte bundan dolayı bu kısımda gelen Kur’an âyetleri vasıtasıyla bu münasebetlerin tabiati tahdid edilmektedir. Âyetler; Ehl-i Kitabın, durumunu belirtmekte ve bunun “şirk”, “küfür” ve “bâtıl” olduğunu katiyetle ifade etmektedir.
önümüzdeki âyetler, şu hususları beyan ediyor :

I — Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmıyorlar.

II — Onlar, Alah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri haram olarak kabul etmiyorlar.

İÜ — Onlar, hak dini, din edinmiyorlar.

IV — Yahudiler; “ U z e y r Allah’ın oğludur-”, Hıristiyanlar da; “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Onların bu iki sözü de, daha önce küfredenlerin sözlerine benziyor: Grek putperestleri, Roma putperestleri, Hind putperestleri, Firavun putperestleri ve daha önce küfreden diğer putperestlerin sözlerine... (İlerde ve Hıristiyanlığın ve yahudiliğin aslında olmayan, tamamen eski putperestlik anlayışından muktebes olarak, Allah’ın kendilerinden veya yahudilerden oğul edindiği iddiasının esasını açıklamağa çalışacağız.)

 V — Onlar, alimlerini ve rahiplerini Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Mesihi Rab olarak kabul ettikleri gibi böylece onlar, Allah’ın birliğini kabullenmekle emrolundukları halde buna muhalefet ettiler. Bu sebeple “Müşriktirler!..”

VI — Onlar, Allah’ın dinine karşı savaşıyorlar ve ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Bu sebeple onlar “Kâfirdirler!-.”
 VII — Onların alim ve rahiplerinden birçoğu, haksız yere insanların mallarını yiyorlar ve onları, Allah’ın yolundan alakoyuyorlar.

İşte bu vasıflar ve Ehl-i Kitabın üzerinde bulunduğu hakikatin bu derece sınırlandırılması ile, Allah’ın dinine inanan ve Allah’ın nizamı üzere kaim olan müminlerle onlar arasındaki münasebetlerin dayandığı niahî hükümler tekerrür ediyor.

Bu takrirlerin Kur’an’ın daha önce Ehl-i Kitabın durumuyla ilgili olarak zikrettiği takrirlerden farklı hatta onlara muğayir düştüğü ilk başlangıçta anlaşılabilir. Nitekim gerek müsteşrikler, gerekse onların çömezleri şöyle söylemekten hoşlanmaktadırlar: Peygamber güya sözünü değiştirmiş ve Ehl-i Kitab hakkındaki hükümleri idareyi ele alıp, güçlerince tağyir etmiştir.

Fakat Ehl-i Kitap hakkında nazil olan Mekki ve Medeni ı âyetlerin mevzularına dikkatle bakınca, açıkça görülür ki Resulullah, Ehl-i Kitabın inançlarına dair İslâm dininin aslında hiçbir değişiklik / yapmamıştır. Resulullah geldi, onları o halde buldu... Sapıklıklarını haktan inhiraf ettiklerini, Allah’ın halis dinini inkâr ettiklerini ve şirk koştuklarını gördü... Değişikliklere gelince; bu, sadece onlarla olan münasebetlerin şekline mahsustur. Defalarca söylediğimiz gibi bunun sebebi; şartlar ve değişen durumlardır. Temel dayanak olan asla gelince; —bu aynı zamanda Ehl-i Kitabın da üzerinde bulunduğu şeyin hakikatidir O — Allah’ın hükmünde ilk günden beri sabittir; değişmez...

Burada Ehl-i Kitabın gerçek durumlarına dair bazı misaller vereceğiz. Sonra da Islâma ve müslümanlara karşı onların hakiki durumlarını ve onlarla kurulan münasebetlerde bu nihai hükümlerle sonuçlanan davranışlarını arzedeceğiz.

Vatansız yahudiler veya hıristiyanlar M e k k e ’de pek fazla olmadıkları gibi cemiyette değerleri de yoktu. Orada ancak parmakla

gösterilebilecek bir kaç fert vardı. Kur'an-ı Kerim onları hikâye ederken, onların bu yeni daveti sevinçle kabul ettiklerini ve takdimle karşıladıklarını haber veriyor. Onların bir çoğu Islâma girdi. Allah ve Resuluna şehadet getirdi. Bunlar, tevhid esasları üzere kaim olan bazı yahudi ve hıristiyan müminler olmalıdır. Yanlarında İlâhî kitapların bazı bakiyeleri bulunuyordu...

İşte bu gibiler hakkında şu âyetler varid olmuştur :

Kurandan evvel kendilerine kitab verdiklerimiz (Abdullah ib-ni Selâm ve arkadaşları gibi kimseler), KUR’AN’a iman ediyorlar.

Onlara Kur’an okunduğu zaman: “Biz buna iman ettik. Şüphesiz bu, Rabbimiz tarafından inzal edilen hak kelâmdır. Doğrusu biz, Kur’an bize okunmadan önce de müslüman olmuş kimselerdik.” dediler. (31)

(Ey Resulüm), de ki : “İster ona inanın ister inanmayın (bu tutumunuz, Kur’an’ın kemâlini değiştirmez). Çünkü Kur’an’dan önce kendilerine Tevrat’la ahir zaman Peygamberinin vasfına dair ilim verilenlere karşı, Kur’an okunduğu zaman, yüzleri üstü secdeye kapanıyorlar. (Allah’a şükrediyorlar).

Ve şöyle diyorlar: “Gerçekten Rabbimizin vaadi yerine getirilmiş bulunuyor.”

Hem ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanıyorlar, hem de bu Kur’an’ı işitmek, onların kâlb yumuşaklığını artırıyor. (32)
(Yahudilere) de ki: “Şunu iyice düşünüp bana haber verin : Eğer bu Kur’an Allah tarafından gönderilmiş de, siz onu inkâr ettinizse ve lsrailoğullarından bir şahid, Kur’an’ın (Tevhid esaslarında) benzerine (Tevrat’a ve ondaki manalara dayanarak) şahidlik edib iman getirdi de siz kibirlendinizse, (artık zalimler değil misiniz)? Şüphe yok ki Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (33)

(Ey Resûlüm) onlara kitap indirdiğimiz gibi, sana da kitap indirdik. Onun için kendilerine kitap verdiklerimiz (Abdullah ibni Selâm gibi kimseler), Kur’an’a iman ediyorlar, şunlardan (Mekke halkından) da Kur’an’a iman edecek killiseler var. Bizim âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr eder. (34)

Ey Resulüm, de ki; “Sizinle aramızı ayırd eden Allah’dan başka bir hakem mi ararım? Kendilerine kitap verdiğimiz o yahudi ve hıristiyan alimleri de şüphesiz bilirler ki, bu Kur’an, Rabbinden hak olarak indirilmiştir. Öyle ise, sakın şüphe edenlerden olma... (35)

Kendilerine kitap verdiklerimizden iman edenler; sana indirilen bu Kur’an ile ferah duyuyorlar. Düşmanlıklarından ötürü peygamberin aleyhinde hizibleşenlerden Kur’an’ın bir kısmını inkâr eden de var. (w36)

Medine’de bir çok kimseler tarafından bu gibi duâlar yapılmıştır. Kur’an, Medenî Sûrelerinde onların bazı durumlarını hikâye ediyor. Bir kısım âyetlerde onların hıristiyan oldukları belirtiliyor. Yahudiler ise, Mekke ’deki tavırlarından tamamen farklı bir tutum içersinde idiler. M e d i n e ’de İslâmın arzettiği tehlikeyi hissettiklerinde durumlarını değiştirmişlerdi :

' ■* Şüphesiz kitap ehlinden (Hıristiyan ve Yahudilerden) kimi de vardır ki, hakka boyun eğer oldukları halde, Allah’a iman ettikleri gibi, size indirilen Kur’an’a da, kendilerine gönderilen Tevrat ve Incil’e de iman ederler, Allah’ın âyetlerini bir kaç paraya satıp dünya menfaati elde etmezler. İşte bu müminlere, Rableri katında mükâfatları vardır. Gerçekten Allah hesabını pek çabuk görür. (37)

And olsun ki, Yahudilerle müşrikleri, müminlere düşmanlık bakımından, insanların en şiddetlisi bulacaksın. Sevgi bakımından müminlere en yakın olanlarını da “Biz Hıristiyanız.” diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şu: Çünkü onların içinde bilgin keşişler ve dünyayı terkeden rahipler vardır. Hakikaten onlar, hakkı kabul hususunda büyüklenmez ve kibretmezler.

Peygambere indirileni (Kur’an’ı, Hıristiyanların anlayışlıları) dinledikleri zaman, hakkı anladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşandığını görürsün. Onlar şöyle derler: “Ey Rabbimiz! İman ettik, şimdi biz şehâdet getirenlerle beraber yaz.”
34 Ankebut : 47. 15. En’am : 114. 36. Ra’d : 36. *37. Al-i İmran:199


Bütün emelimiz Rabbimizin bizi sâlih kimseler arasına koyması beklenriken, neye biz Allah’a ve bu bize gelen peygamberle Kur’an’a iman etmiyelim?

İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevab olarak ağaçları altından ırmaklar akan cennetleri verdi ki, içlerinde ebediyyen kalıcı haldedirler. İşte iyilik yapanların mükâfatı budur. (38)

Fakat onların bu durumu, Arap Yarımadası’nda yaşayan Ehl-i Kitab’ın, hususiyle yahudilerin bütün hallerini ifade etmez. Onlar; M e d î n e ’de İslâmın, kendi aleyhlerine doğru yol alan tehlikesini hissettikleri zaman gayet habis bir harple İslama karşı vaziyet aldılar. Bu hususta, her vesileyi kullandılar. Kur’an âyetleri, bu vesileleri gayet açık bir şekilde hikâye eder. Bunun yanında onlar, tab’an İslâma girmeyi de reddettiler. Kendi kitaplarında Resulullah’ı tebşir eden âyetleri ve önlerindeki Hak kitaplarının bakiyelerinde Kur’-an’ı tasdik eden ifadeleri inkâr ettiler. Halbuki temiz insanlar, o münkirlere ve mülhidlere karşı bunu ikrar ve tasdik ediyorlardı... Kur’-an-ı Kerîm’in çeşitli Medenî Sûreleri bu inkârın tavsifi ve tescili, Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu sapıklığın, fesadın ve dalâletin takriri ile doludur. Mekkî Sûreler de, Ehl-i Kitab’ın hakikatini takrirden hali değildir :

İsa da mucizelerle (ve İncil âyetleri ile) geldiği vakit şöyle demişti : “Ben size İlâhi hükümlerle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım, diye geldim. Onun için Allah’dan korkun ve bana itaat edin.

Şüphe yok ki Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde hep O’na ibadet edin. İşte bu, biricik doğru yoldur.

Sonra o (Hıristiyanlardan ibaret) hizibler aralarında ayrılığa düştüler. Onun için, acıklı bir günün azâbından vay o zulüm edenlerin haline!., (39)
38. Maide: 82-85.
39. Zııhruf: 63-65.

(Geçmiş ümmetlerin veya Ehl-i Kitab’ın) ayrılığa düşmeleri size, kendilerine ilim geldikten sonra (ayrılığın sapıklık olduğunu bildikten sonra) sırf aralarında hased ve azgınlıktan dolayıdır. Eğer Rabbin den tayin edilmiş bir vade (kıyamete veya ömürlerinin sonuna)kadar azâbın gecikmesine dair bir söz (va’di İlâhî) geçmiş olmasaydı, aralarında (kâfir olanların) helâk işleri mutlak bitiriverilirdi. O peygamberlerin arkasından (asrı saadet zamanında) Kur’an’a varis kılınan Ehl-i Kitap da ondan muhakkak endişe veren bir şüphe içindedirler. (40)

O vakit onlara (israiloğullarına) şöyle denilmişti: “Şu şehirde Beytül Makdis’de) yerleşin ve onun mahsûllerinden dilediğinizi yeyin; günahlarımızı bağışla, diye duâ edip. O şehrin kapısından, Allah’a şükr için, secde ederek girin ki, size suçlarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere ileride ziyadesini vereceğiz.”

Nihayet içlerinden o zulmedenler (edecekleri duayı eğlenceye alarak) sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle koydular (Hıtta’yı Hın ta = Bizi bağışla’yı buğday manası haline soktular). Zulmü âdet edinmeleri sebebiyle, biz de üstlerine, gökten murdar bir azâp indirdik.

(Ey Resûlüm), o Yahudilere, deniz kenarındaki kasaba halkının başına gelen felâketi sor. O vakit, yasak edildikleri cumartesi gününde balık avlamakla Allah’ın cumartesi yasağına tecavüz ediyorlardı. Çünkü ibadet için tatil yaptıkları cumartesi günü balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyordu. Cumartesi tatili yapmıyacakları gün ise. gelmiyordu. İşte biz, itaattan çıkmaları sebebiyle, onları  böyle imtihan ediyorduk o vakit.


Nihayet arkalarından, bozuk bir toplum bunların yerine geçti ki, kitaba (Tevrat’a) vâris oldular; şu alçak dünya malını rüşvet olarak irtikâp ederler, bir de : “Bize mağfiret olunacak.” derler. Karşı taraftan da kendilerine öyle bir mal gelse, onuda alırlar. Acaba Allah’a karşı, hakdan başka bir şey söylemiyeceklerine dair kendilerinden, o kitabın hükmü üzere, kuvvetli söz alınmadı mıydı? Ve o kitabın (Tevrat’ın) içindekini ders edinip okumadılar mı? Halbuki âhiret yurdu, Allah’dan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmıyacak mısınız? (41)

40. Şura : 14.


Medenî âyetlere gelince; bu âyetler, Ehl-i Kitab’ın hakikatine dair nihaî hükmü ihtiva etmektedir. Nitekim; Bakara, Ali İmrân, Nisa, Maide ve diğer sûrelerde onların îslâma ve müslümanlara karşı savaşmak hususunda en çirkin yollara başvurdukları anlatılır. Halbuki onlar hakkında henüz, T e v b e Sûresindeki nihaî hüküm gelmiş değildir. Burada, uzun âyetlerden sadece bir kaç tanesini zikretmekle iktifa ediyoruz :

Ey müminler, yahudilerin size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmım (Tevrat’ı) dinlerler ve duyarlardı da, hakkı anladıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.

— Yahudilerin münafıkları; müminlerle karşılaştıkları zaman: “Bizde sizin gibi müminleriz” derlerdi. Birbirleriyle tenhada başbaşa kaldıkları vakit, ileri gelen yahudiler, münafıklara: “Allah’ın size beyan buyurduğu (Resulullah’a ait Tevrat’daki vasıfları), müminler, Rabbiniz katında aleyhinize delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz, buna aklınız ermiyor mu?” derlerdi.

Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah, gizledikleri şeyi de, açıkladıklarını da tamamen bilir.

Yahudiler içinde okuma ve yazma bilmeyenler vardır ki, Tevrat’ı anlamaz cahillerdir. Ancak bir takım kuruntu yığını uydurmalar düzer, sadece şüphe ve zanda bulunurlar.

Artık büyük azâp o kimseleredir ki, kendi elleriyle Tevrat’ı yazarlar da, sonra biraz para almak için: “Bu Allah tarafındandır” derler. Ellerinin yazdıkları yüzünden büyük azâp onlara; kazanmakta oldukları günah yüzünden yazıklar olsun onlara... (42)
41. 161, 162, 163. 167. 169.

42. Baka»: 73-79.

Celâlim hakkı için: Biz Mûsa’ya Tevrat-ı verdik ve Mûsa’dan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu İsa’ya ölüleri diriltmek gibi, açık mucizeler verdik ve onu Cebrail Aleyhis-selâm ile kuvvetlendirdik. Artık size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle bir peygamber geldikçe kibirlendiniz ve inad ettiniz. Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürdünüz (Zekeriyyâ ve Yahya gibi).

Yahudiler, Kur’an’ı anlamak ve bu kelâmı kabul etmek hususunda : “Kâlblerimiz örtülü ve kılıflıdır” dediler, öyle değil, bilâkis Allah onları küfürleri sebebiyle rahmetinden kovmuştur. Onlardan (İbni Selâm ve arkadaşları gibi) ancak az kimseler iman ederler.


Cenabı Allah, fazlıyle kullarından dilediği kimseye peygamberlik ihsan buyurmasına hased edip, indirdiği Kur’an’ı inkâr etmeleri ve bu sebeple nefislerini ateşe atışları ne çirkin şeydir! İşte yahudiler, Allah’ın bir gazabından sonra (Hz. İsa ve Incil’i inkâr ettiklerinden dolayı gazaba uğramalarından başka) bir gazaba tutuldular. (Hazreti peygamberi ve Kur’an-ı Kerim’i inkâr ettiklerinden). O kâfirler için hor ve zelil edici bir azâp vardır.

Yahudilere : “Cenab-ı Allah’ın indirdiği İncil ve Kur’an’a iman edin.” denildiği zaman: “Biz, bize indirilen Tevrat’a iman ederiz.” derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur’an, onlardaki Tevrat’ı tasdik eden bir gerçektir. Habibim, sen onlara şöyle de: “Madem ki Tevrat’a iman ediyorsunuz, daha önce gelen Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?”

De ki : “Ey Ehl-i Kitap! Niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Allah ise yaptıklarınızı görmektedir.” (43)

De ki: “Ey Ehl-i Kitap İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz halde neden iman edenleri, Allah yolundan (Eğriliğini istiyerek) çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (44)
43. Bakara : 87-94.

44. Al-i İmrân: 98-99.



Şu, kendilerine okuyup yazmaktan biraz nasip verilenlere bakmaz mısın? Kendileri, ruhlu ve ruhsuz putlara inanıyorlar da küfredenler için :“Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar.

Onlar, Allah'ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Kime de Allah lânet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın. (45)

Hem sandılar ki, peygamberleri yalanlayıp öldürme belâsı başlarına kopmıyacaktır. Onlar, kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Arkasından yine onların çoğu hakkı görmez ve işitmez oldular. Allah, bütün yaptıklarını görücüdür.
Şüphesiz ki, “Allah, Meryem’in oğlu Mesîh’dir.” diyenler küfretmiştir. Halbuki Mesih (Hz. isa) şöyle demişti : “Ey İsrail oğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, ona Allah cennetini haram etmiştir; ve barınacağı, yer de Cehennem’dir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı yoktur.”
“Allah, üç ilâhdan üçüncüsüdür.” diyenler, elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek ilâhdan başka hiç bir ilâh yoktur. Eğer bu söylediklerinden vaz geçmezlerse, içlerinden küfürde kalanlara muhakkak çok acıklı bir azâp değecektir.

Hâlâ Allah’a tevbe edip mağfiret dilemiyecekler mi? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Meryem’in oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce bir çok peygamberler geçti. Anası çok doğru bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bak ki, âyetlerimizi onlara nasıl açık açık anlatıyoruz. Sonra da bak, hak dan nasıl çevriliyorlar. (46)

Kur’an’ın bunlar gibi diğer bir çok âyetlerine dikkatle bakınca; Ehl-i Kitabın Allah’ın dininden inhiraf ettiği hakikati, son sûrede varit olan nihaî hükümlerde de asla değişmemiştir. Çünkü onların inhiraf, fısk, şirk ve küfür gibi denaetleri yeni değildir. Ancak Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Kitabtan salih ve hidayete eren kimselerin hidayetlerini ve salâhlarını da nazan itibara alıyor. Yüce Allah, onların salihleri hakkında şöyle buyuruyor :
45. Nisa : 51-52.

46. Makk: 71-75.
Mûsa’nın kavminden, insanları doğru yola götürür ve hak ile adalet yapar bir topluluk vardı. (47)

Kitap ehlinden öylesi vardır ki, kendisine bir yük altın emanet etsen onu (noksansız olarak) sana öder, öylesi de vardır ki, ona emanet olarak bir altın versen (sen üzerine ayak direyip ısrar etmedikçe) onu sana geri vermez. Bunu sebebi şudur : Onlar derler ki, cahil arapların malını almakta bize günah ve sorumluluk yoktur. Onlar bile bile Allah’a karşı yalan söylerler. (48)
—— Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki cizye vermek sûreti ile Allah’ın ve müminlerin barış ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar dönüp Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi şu : Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr etmişler, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi; çünkü onlar isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi.

Ehl i Kitabın hepsi eşit değildir. Onlardan dosdoğru İslâm dini üzere bulunan bir ümmet vardır ki, gece vakitleri Allah'ın âyetlerini okurlar ve onlar secdeye kapanırlar, namaz kılarlar.
Allah’a ve âhiret gününe inanırlar iyiliği emrederler ve kötülükten vaz geçirirler, hayır işlerinde de yarışırlar. İşte bu özellikleri taşıyanlar Allah katında sahillerdendir.

Onlar hayra dair ne işlerlerse onun mükâfatından asla mahrum edilmiyeceklerdir. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilendir. (49)

Fiilen değişikliğe uğrayan mesele ise; zaman-zaman, merhale-merhale gelişen ve Ehl-i Kitabın müslümanlara karşı olan tutumlarına, tasarruflarına cevap vermek hususunda bu dinin pratik nizamına uygun olarak Ehl-i Kitapla olan münasebetlerine taallûk eden hükümlerdir.

Zaman geldi ki, müslümanlara şöyle denildi :

(Yahudi ve Hıristiyanlardan) düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere, yahudi ve hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin (yumuşak ve tatlı söz söyliyerek hakkı anlatın. Düşmanlıkta ileri gidenlerle ise, savaşın). Bir de deyin ki: “Biz, hem bize indirilene (KUR’AN’a), hem de size indirilene «Tevrat ve Incil’e» iman ettik. Bizim İlâhımız ve sizin İlâhınız birdir (ortağı yoktur). Biz, yalnız O’na itaat ederiz, sizin gibi, Allah’dan başkasını Rab edinmeyiz.” (50) 
47. A'raf: 159.

48. AM 1 nıriıı: 75.

49. Al-i lmrin : 112-113.


Ey müminler, yahudi ve hıristiyanların sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin: “Biz Allah’a ve bize indirilen Kur’an’a, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen kitablara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allah’a boyun eğen müslimleriz.”

Artık yahudi ve hıristiyanlar, sizin bu imanınız gibi iman ederlerse, muhakkak hidayet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık üzeredirler. Ey Habibim, sen onların düşmanlığından endişe etme, Allah sana kâfidir (yakında onların şerrini senden def edecektir). Allah hakkıyle işiten ve bilendir (51)

(Resûlüm), de ki: “Ey kitap ehli «olan hıristiyan ve yahudiler»! Bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’dan başkasına tapmayalım, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rab’lar edinmiyelim.” Eğer kitap ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse, (o halde) şöyle deyin: “Şâhid olun, biz gerçek müslümanlarız.” (52) Bu âyet-i kerime, yahudilerin İbrahim yahudidir ve biz onun dinine bağlıyız, demeleri üzerine nâzil olmuştur.

Kitap ehlinden çok kimseler ki onlar için İslâm ve Kur’an zâhir ve açık olmuşken nefislerindeki hasedlerinden ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler. Şimdi ey müslümanlar, Allah, savaş etmek veya cizye almak hususunda (size) emredinceye kadar, onları bağışlayın ve kınamayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. (53) 

Sonra Allah, müminlere vaad ettiği emrini getirdi... Hadiseler birbirini takip etti. Hükümler değişti... Müspet, pratik ve aksiyoner nizam, Tevbe Sûresinde gördüğümüz bu nihaî hükümlere kadar yoluna devam etti .„.

50. Ankebût: 46.

51. Bakara: 136-137.

52. Al-i İmran: 64.

53. Bakara: 109.
Fakat bu dinin nazarında hiçbir şey değişmemiştir. Ehl-i Kitabın durumu akidelerini bozup, Allah’a ortak koştukları ve âyetlerini inkâr ettikleri bir gerçek olarak ortadadır. Değişen sadece onlarla kurulan münasebetin kaidesidir. Bu kaideyi zorunlu kılan esasları, dersimizin girişinde aşağıdaki şekilde anlatmaya çalışmıştık :


*

Şimdi, gerek mevzu yönünden gerekse tarihî gerçekler açısından Ehl-i Kitapla İslâm cemiyeti arasındaki durumun tabiatini bir nebzecik olsun arzetmeğe çalışalım... Çünkü o nihaî hükümleri zorunlu kılan başlıca unsur budur.

Ehl-i Kitapla İslâm cemiyeti arasındaki durumun tabiatini açıklamak için evvelâ şunu söylemek lâzımdır.

Allah’ın serdetmiş olduğu ifadeler, nihaî hakikatin ta kendisidir. O’na, önünden.ve arkasından bâtıl giremez.

Bu ifadeler, Rabbani olması sebebiyle, beşeri istinbat ve istidlallerin maruz kaldığı hatalara da katiyen düşmez...

İkinci olarak: Yüce Allah’ın takrirlerini doğrulayan tarihî gerçekler üzerinde durmak lâzım...

Yüce Allah, Ehl-i Kitapla müslümanlar arasındaki durumun tabiatini, Kitab-ı Kerîm’inin birçok yerlerinde beyan ediyor Bazan sadece onlardan bahsediyor... Bazan küfreden müşriklerle beraber onları anlatıyor. Böylece aralarında İslâma ve müslümanlara karşı bir gaye beraberliğinin mevcudiyetine, Ehl-i Kitabın küfredenleri ile müşriklerin küfredenlerinin İslâma karşı birleştiklerine dikkatimizi çekiyor... Bazan onların hakiki yönünü açıklıyor ve böylece, İslâma ve müslümanlara karşı girişilen aktif beraberliği ve gaye birliğini ortaya koyuyor... Bu hakikatleri dile getiren âyetler, bizim herhangi

bir ilâvemize ihtiyaç hissetmiyecek kadar açıklık ve katiyet arzetmektedir... İşte bir kaç misal :

Ne Ehl-i Kitaptan olan kâfirler, ne de müşrikler, size Rabbınız* dan hiç bir hayır indirmesini sevmez ve istemezler. Allah nübüvvet ve vahyi, rahmetiyle dilediği kimseye tahsis eder. Allah büyük ihsan sahibidir.

Sen milletlerine tâbi olmadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmazlar. Ey Habibim, onlara de ki, yol Allah’ın gösterdiği yoldur; islâmdır. Sana gelen vahy ve Islâmdan sonra heva ve heveslerine tâbi olacak olursan, Allah’ın azâbından seni koruyacak hiçbir dost ve yardımcı yoktur. (54)

Yahu diler den bir topluluk, sizi şaşırtıp dinlerine çevirmek istediler. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını şaşırtıp saptıramazlar. Bunun farkında bile değillerdir.

Yahudilerden bir topluluk diğerlerine şöyle dedi: “Müminlere indirilen Kur’an’a, gündüzün evvelinde inanın ve sonunda inkâr edin (ki, müminler şüpheye düşer de) olurki, dinlerinden dönerler.
Ve kendi dininize bağlı olanlardan başkasına inanmayın. (Ey Resulüm onlara) de ki, doğru yol Allah’ın yoludur, İslâm dinidir; ve size verilen Kitabın benzeri, hiç kimseye verilmediğine yahut müminlerin Rabbiniz huzurunda size üstün geleceklerine iman etmeyin.” De ki: Doğrusu fazilet ve ihsan Allah'ın elindedir. Onu dilediği kimseye verir ve Allah rahmeti bol olandır, her şeyi hakkıyle bilendir.

Ey iman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, sizi imanınızdan sonra çevirirler, kâfir yaparlar. (55)

Kendilerine kitabdan bir nasib verilen Yahudi âlimlerine bakmazmısın? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar.
Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilendir. Allah bir dost olarak da kâfidir, bir yardımcı olarak da yeter.
54. Bakara: 105-120.

55. Ali İmrin : 69, 72, 73, 100.
Şu, kendilerine okuyup yazmaktan biraz nasip verilenlere bakmaz mısın? Kendileri, ruhlu ve ruhsuz putlara inanıyorlar da küfredenler için: “Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar. (56)

Ehl-i Kitapla müslümanlar arasındaki durumun hakikatini belirtmek için sadece bu örnekler bile kâfidir. Onlar, kendilerine hak zahir olduktan sonra, nefislerindeki hasetten dolayı müslümanların küfre dönmelerini arzu ederler. Onlar, müslümanları yahudi veya hıristiyan yapmak için çalışırlar devamlı. Bu gaye tahakkuk etmedikçe müslümanlardan asla razı olamazlar, onlarla dost olmazlar. Tâki müslümanlar, akidelerini terketsinler... Onlar putperest müşriklerin, müslümanlardan çok daha doğru bir yolda olduklarına şehadet ederler!..

Müşriklerin, Islama ve müslümanlara karşı nihaî hedeflerini, Yüce Allah’ın kelâmında açıkça görüyoruz :

Haram olan ayda savaşın hükmü nedir, diye sana soruyorlar, De ki: “O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat küfür ve inkârla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Harâm’da tavaf ve namazdan alıkoymak, Peygamberi ve ashabını Mekke’den çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Allah’a ortak koşmak fitnesi, müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey müminler, kâfirlerin gücü yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmalarından geri durmazlar. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir; ve onlar Cehennem ehli olup orada ebedi olarak kalırlar, (57)

Sen onların (askerin) içinde olup «cephede» namaza durduğun zaman, askerlerini iki kısım yap, bir kısmı seninle namazda, diğeri düşman karşısında dursun. Hepsi de silâhlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup bir rekât kılanlar düşman karşısına gitsinler. Düşman karşısında olup namaz kılmamış olanlar gelip ikinci rekâtı seninle kılsınlar ve onlar da tedbirli bulunarak silâhlarını yanlarına alsınlar.
56. Nisa : 44, 45, 51.

57. Bakara: 217.

Kâfirler arzu ederler ki, silâh ve eşyalarınızdan gafil bulunasınız da, size ansızın bir baskın yapsalar. Eğer yağmurdan dolayı size bir eziyet olursa, hasta bulunursanız, silâhlarınızı bırakmanızda üzerinize günah yoktur. Bununla beraber ihtiyat tedbirini alın. Allah kâfirlere hor ve rüsvay edici bir azâp hazırlamıştır. (58)

MÜMTEHİNE:

Eğer onlar size üstün gelseler, hepinize düşman kesilirler; ve size ellerini, dillerini kötülükle uzatırlar; ve arzu ederler ki, hep kâfir olsanız!... (59)

Müşriklerle nasıl sözleşme olabilir ki, size galip gelseler hakkınızda ne bir yemin, ne de bir sözleşme gözetmezler. Ağızları ile sizi razı etmeğe çalışırlar, fakat kalpleri geri geri çekilir. Onların çoğu küfürde ısrar eden fasıklardır.

Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir zimmet «sözleşme». İşte bunlar mütecâvizlerdir. (60)

Müşrikler hakkında serdedilen bu Rabbani ifadelere baktığımız zaman, onların İslâma ve müslümanlara karşı nihaî hedeflerini öğrenmiş oluruz. Aynı zamanda Ehl-i Kitabın da nihai hedeflerini ifade eder. İlâhi ölçü onları da müslümanlarla müşrikler arasındaki durum gibi mütalaa ediyor.

Her iki sınıf hakkında Kur’an-ı Kerim’de nihaî ifadeler şeklinde varid olan âyetlere baktığımız zaman, bu ifadelerin, değişmez bir tabiati gösterdiğini, müşrikler hakkındaki âyetlerde olduğu gibi muvakkat bir durumun tavsifi mahiyetinde olmadığını görürüz :

“Sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler.”

Ehl-i Kitab hakkında da şöyle deniliyor :

“Sen, onların dinine tâbi olmadıkça yahudi ve hıristiyanlar senden asla memnun kalmazlar.”...

58. Nisa: 102.

59. Mümtehine : 2.

60. Tevbe: 8, 10.

Bu hususu iyi düşündüğümüz zaman, âyetlerin hiçbir şekilde tevîline ihtiyaç hissetmeden araların dahi münasebetleri hususunda muvakkat ve arızi bir durumu değil köklü bir haleti ifade ettiğini anlarız.

Yahudilerin ve hıristiyanlann, bütün tarih boyunca islâma Ve müslümanlara karşı durumlarını göstermek kabilinden tarihî vakıalara şöyle bir göz atacak olursak, bu eşsiz İlâhi kelâmın kastettiği noktaları eksiksiz ve açık olarak görürüz. Allah kelâmı, onların durumunu muvakkat bir hal olarak değil, sabit ve sürekli bir tabiat olarak arzediyor.
Onlar hakkında daha önce de işaret ettiğimiz gibi Resulullah’ın ve bu dinin doğruluğunu kabul etmeleri ve İslâm cemaatine katılmaları gibi, müslümanlar için dostluk alâmetleri görülen tarihî vakıaların şehadet ettiği ve Allah kelâmının belirttiği bazı ferdi halleri istisna edersek; bunların ötesinde düşmanlık, inat, her an kurulu duran tuzaklar ve bütün zaman boyuca ardı arası kesilmeyen harplerle dolu bir tarihle karşılaşırız...

Yahudilere gelince; Kur’an’ın çeşitli sûreleri onların durumlarını, savaşlarını, hilelerini ve sahtekârlıklarını anlatır durur. Tarih, onların M e d i n e ’de lslâmla yüzyüze gelmelerinden bugüne kadar bir an bile düşmanlıklarının kesilmediğine şehadet eder.


/
Bu uzun tarihi vakıaları arzetmeye, yerimiz müsait değildir. Fakat biz, yahudilerin bütün tarih boyunca Islâma ve müslümanlara tevcih ettikleri bir çok korkunç savaşlardan sadece bir kaçına işaret edeceğiz.
Yalanlar ve şüphelerle karşıladılar onu... M e d i n e ’de müslümanlar arasına fitneler soktular... Vasıflarını gayet iyi tanıdıkları halde Resulullah’ın risâleti hakkında~etrafa şüphe~yâydılar,nafıklara yardım ettiler, onlara kucaklarını açtılar. Kıblenin" tahvili hadisesinde ve diğer zamanlarda yaptıkları şeyler, alçakça kurulmuş oyunlarının örnekleridir... Onların bu gibi faaliyetlerine karşı bir çok âyetler ve sûreler nâzil olmuştur. Bakara, Al-i Im-
;
ran, Nişi, M a i d e , H a ş r , A h z a p, Tevbe Sûreleri onların yaptıkları işlerin birçoklarını dile getirirler. (61)

Yahudilerin her zaman ahitlerini bozduklarına, müslümanlara karşı daima kin ve adavet hisleri ile~meşbu olduklarına tarih de şahitlik eder. Beini K â yn uka, Benî Nadir, Beni Kureyza ve Hayber yahudilerin in yaptıkları, en canlı şahitlerindendir. Keza tarih, 
A h z a b harbinde bütün müşrikleri birleştirip topladıklarına da şehadet eder.

İşte o tarihten beri yahudiler, İslama ve müslümanlara karşı  oyunlarını devam ettirmişlerdir. Râşit halife Hz. O s m a n ’ın öldürülmesi ile zuhur eden ve sonra İslâm cemiyetinin her tarafına sirayet eden o büyük fitnenin icadında en başta gelen unsur vazifesini görmüşlerdir... Hz. Ali ve Muaviye arasındaki olaylarda da fitnenin başı olmuşlar ve kirli ellerini hadise, siyere ve tefsir rivâyetlerine kadar uzatmışlardır. Hatta Islâm hilafetinin yıkılması ve B a ğ d a d ’a yapılan Tatar saldırısının başlıca hazırlayıcısı olmuşlardır...

Modern tarihe gelince; yeryüzünün her bölgesinde müslümanların başına gelen felâketlerin arkasında yine onlar görünmektedir. İslâm dinini mahvetmek için yapılan her hamlenin arkasında onlar... İslâm âleminin her yerinde bu hamleleri devam ettirip yaşatan her kuruluşun arkasında yine onlar faaliyet göstermektedirler...

Yahudilerin durumu, bu... Ehl-i Kitabın diğer kolu olan hıristiyanların durumuna gelince; onlar da düşmanlık hususunda yahudilerden aşağı kalmazlar.

— Bizans ile İran arasında, asırlarca süren bir düşmanlık mevcuttu... Fakat ne zaman ki İslâm, Arap Yarımadasına hâkim oldu ve kilise; eski putperestliklerin artıklarıyla, Hz. İsa’nın sözlerini ve tarihini karıştırarak icad ettiği ve “Mesihilik” ismini verdiği bu dine  karşı o Hak dinin arzettiği tehlikeyi gördü... (62) 
O zaman İran ve Bizans aralarında asırlardır devam eden tarihi husumetlerini unuttular ve bu yeni dine karşı müştereken cephe aldılar.

61. Bkz. Bakara, Al-i İmrân, 'Nita ve maide surelerinin mukaddimeleri.
62. Bkz. «İstikbâl İslâm'ındır.»

BizanslIlar, yirdimcıları Gassanilerle birlikte^Bu dinin defterini
dürmek için Ş a m ’da toplanmaya başladılar. Bu hadise, Basra valisine Resulullah tarafından elçi olarak gönderilen Haris İ b n i Umeyr el-Ezdi ’nin Bizanslılar tarafından öldürülmesinden sonra cereyan ediyordu. (Müslümanlar, elçileri emniyet altında kabul ederken hıristiyanlar, peygamberin elçisini işkence ile öldürüyorlar.) Resulullah da “ M u t e ” harbinde onlara, Z e y d 
Î b n i Harise, Cafer İbni Ebî Talip ve Abdullah İbni Revaha adlı üç büyük şehidin riyasetinde bir ordu gönderdi. Bazı rivâyetler Bizans ordusu 100.000, Ş a m d a k i hıristiyan Arap kabileleri de 100.000 olmak üzere cem’an 200.000 kişilik bir düşman ordusundan bahsederler. Halbuki İslâm ordusu 3.000 cengaverden fazla değildi. Ve bu savaş, 8. hicret yılının cemaziyel evvelinde vuku buluyordu.
(2016 BU GÜN OLDUĞU GİBİ)
Sonra T e b ü k savaşı... Bu sûrenin büyük çoğunluğu o savaşın etrafında dolaşır durur. (Yeri gelince, hadiseyi etraflıca bahsetmeye çalışacağız.) Sonra Resulullah’ın, vefatından önce hazırlamış olduğu, bu dinin kökünü kazımak isteyen Bizans ordularına karşı Şam taraflarına göndermek imkânını ancak R â ş i d halife Hz. Ebû Bekir’in elde ettiği Usame İbni Zeyd ordusu...

Sonra Y e r m ü k harbi ve o günden beri haçlıların kin kazanı kaynamaya devam etti. Bu harbi müteakip İslâm orduları, Şam’da, Mısır ’da, Kuzey Afrika’da ve Akdeniz adalarında devam edip giden Roma İmparatorluğu’nun sömürüsüne son vermek faaliyetine geçti.

, Kilisenin İslâma yönelttiği hücumlar, sadece tarihte ismiyle maruf olan “Haçlı Savaşları” ndan ibaret değildir. İslâma yöneltilen hücumlar, bu savaşlardan çok önce başlamıştır. Hakikatte savaş çok eski tarihlerde; Bizanslıların, İranlılarla düşmanlıklarını unuttukları ve hıristiyanların, Arap Yarımadası’nın her tarafında İslâma karşı katranlılara yardım ettikleri devirde başlamıştır. Sonra aynı keyfiyet “Mute” de devam etmiş, sonra onu “Yermuk” olayı takip etmiştir. Sonra Avrupa’da İslâmın temeline ehli salip ordusunun çöreklenme

siyle Endûlüste kanlı ve vahşi endamını göstermiştir. Tarihin bir benzerine daha şahit olmadığı şekilde milyonlarca müslümana işkence etmek onları öldürmek vahşetini irtikâp etmiştir... Sonra Şark ’tâki haçlı savaşlarında da aynı hayasızlık ve rezaletlerin faili olmuştur. Müslümanlara karşı ne yapılan muahedelere, ne verilen söz ve teminatlara riayet etmişlerdir...

Fransız yazarı Güstave le Bonne, “Arap Medeniyeti” adlı eserinde der ki:

“İngiliz Richarde, canlarını kendisine teslim eden, 3.000 esiri İslâm ordusunun gözleri önünde öldürmekle işe başladı. Halbuki onların kanlarını koruyacağını ahdetmişti ama, onları öldürmekden geri durmadı. Fakat Eyyub oğlu Sultan Selahaddin Kudüs hıristiyanlarına işkence etmedi. Sonra Filip ve Arslan Yürak1i Rişar’a hastalıkları sırasında azık ve ilâç yardım elini uzattı.” (63)

Keza yine Hıristiyan bir müellif olan Gorgias’da der ki: (64)

“Hıristiyanlar, beyti mukaddese çok çirkin ve adi hücumlarla yürüyüşe geçtiler. Ele geçirdikleri saraylarda yakaladıkları hacıların kanlarını akıtıyorlar, son derece şiddetle hareket ediyor ve karınlarını yarıyorlar, midelerinde altın bulunup bulunmadığını araştırıyorlardı... Fakat Selahaddin-i Eyyubî, Beyti mukaddesi ele geçirdiği zaman hıristiyanlara emniyet ve güven bahşetti. Onlarla olan her türlü sözleşmeye vefa gösterdi. Müslümanlar, kendilerini yatakta bastırdıkları halde düşmanlarına yardım ve iyilik ellerini uzattılar. Hatta, âdil sultan, binlerce esiri serbest bıraktı. Bütün zaman boyunca devam edecek bir iyilik ve ihsan meleği oldu. Patriği, haç ve kilise ziynetlerini taşımakta serbest bıraktı. Emirlerin ve valilerin, ailelerini ziyaret etmelerine izin verdi.”

63-64. Ali Mansur'un «İslam Şeriatı ve Umumî Devletler Hukuku» adlı elerinden naklen-.

“KUR’AN’IN GÖLGESİNDE” Haçlı savaşlarının tarihî şerhini uzun uzadıya anlatacak değiliz. Buna ne yerimiz ne de imkânımız müsaittir. Ancak şu kadarını belirtelim ki; bu savaş hâla bitmemiştir. Günümüzde de sürüp gitmektedir en acı şekliyle. Yakın zamanlarda Zengibar’da olanları hatırlamak bu savaşın sürdüğünün açık delilidir. Orada müslümanlar aniden hücuma uğramışlar, 12.000 kişi öldürülmüş, kalan 4.000 kişide adadan sürülerek denize dökülmüştür.

Hatırlayalım bir kerre K ı b r ı s ’ta olanları. Müslümanların yaşadığı bölgeyi abluka altına alan Rumlar, onları aç susuz bırakmak için her türlü yardımı önlemişler, üzerlerine hücum ederek hunharca öldürmüşlerdi.

Habeşistandaki müslümanlara ne zulümler yapılıyor?..
Aslen Somalili olan müslümanların Somalideki akrabalarına iltihak etmek için müracaat eden 100.000 müslümana ne yaptı kilise mensubları?.. Güney Sudan’da haçlıların yapmaya çalıştıkları katliamlar hepsi hepsi bunun bariz örneği...  Avrupalı bir müellifin 1944 senesinde neşrettiği bir eserinden \ nakledeceğimiz parçalar, haçlıların İslama karşı düşüncelerini göstermesi bakımından yeterli bir delildir :
“Biz bir çok milletlerden korkuyorduk. Fakat geçirdiğimiz tecrübelerden sonra, bu gibi korkuların yersiz olduğunu anladık. Biz, yahudiliğin, kominizmin ve sarı ırkın arzettiği tehlikeden korkuyorduk. Ancak bütün bu korkular, bizim düşündüğümüz gibi neticelenmedi, yahudilerden korkuyorduk; onları kendimize dost bulduk. Buna göre onlara eziyet edenler, bizim de düşmanımızdırlar. Sonra kominizmden korkuyorduk; onları kendimize müttefik bulduk Sarı ırka gelince ; onun karşısında büyük demokratik devletler duruyor... Fakat hakiki tehlike, İslâmda gizlenmektedir!.. Onun canlanıp genişleyerek hâkim olmasında temerküz etmektedir... Avrupa sömürgeciliğinin önüne çıkabilecek yegâne engel budur!.. (65)

Haçlıların İslama karşı ilan ettikleri ve halen de berdevam olan o zorlu savaşların tarihçesini sunmakta daha ileri gitmeye gerek görmüyoruz. Daha önce çeşitli âyetler münasebetiyle, bu savaşın tabiatini, asırlar boyu devam ettiğini, defalarca tekrar etmiştik. Şimdi bu kısa ifadeleri kâfi görüyor ve birkaç kaynağa işaret ediyoruz. (66)
65. Dr. Ömer Ferruh ve Dr. Mustafa Halîdfnin «Arap Memleketlerinde Misyonerlik ve Emperyalizm» adlı eserinde Georgc Broun'un bu ifadeleri zikredilir.

66. «Misyonerlik ve Emperyalizm» Dr. Mustafa Haildi ve Dr. Ömer Ferruh, «İslâm Alemine Hücum» El Yafı ve Muhıbbüddin Hatip, «Muasır Edebiyatta Millî Akımlar» Dr. Muhammed Haseneyn, «Biz Müslüman mıyız?» Muhammed Kutup.

İSLÂMIN TABİATI

Daha önce beyan ettiğimiz gibi, — bu kısa sunuştada, İslâmın insan hürriyetini umumî manada ilan ettiğine ve yeryüzü cahiliyetinin de bu ilanı tesirsiz hale getirmek yolunda giriştiği faaliyetlere şahit oluyoruz. Bu sûredeki son hükümler, beyan edilen hakikatlerin hepsini içine almaktadır. Bu hükümler muayyen bir zaman ve muayyen bir ahval için vazedilmiş değildir.

Onların indiği zamanların durum ve' şartlarına benzer, durum ve şartların mevcudiyeti halinde onlarla amel edilmesini engelleyecek şer’î bir hüküm bulamazsınız. İşte bu, hareketli İslâm nizamının tabiatidir. O, bu tabiatiyle beşerî vakıalara müteaddit merhalelerde en realist şekilde yeniliğini koruyan hükümleriyle cevap verir.

Bu sûrede varid olan nihaî hükümler, aslında Arap Yarımadası’ndaki durumlara cevap vermektedir. T e b ü k savaşma hazırlanışın sebeplerini beyan etmekte ve yarımadasının etrafında toplanan Rumlarla yardımcılarının, İslâma ve müslümanlara karşı kem gözle bakışlarını dile getirmektedir. Esasen Ehl-i Kitabın İslâma ve müslümanlara karşı düşmanlığı yeni ve muvakkat bir mesele değildir. Onların İslâma ve müslümanlara karşı giriştikleri harpler de öyledir. Bu düşmanlıklar devam edegelen ve halen de devam etmekte olan bir keyfiyettir... Müslümanları hıristiyan edinceye kadar harp ve benzeri şeylere başvurup uğraşmak isterler. Bu hal tarih boyunca devam etmiş ve her şekliyle tesbit edilmiştir. Bundan dolayıdır ki bu meselelerle alâkalı hükümler, köklü, şümullü, zaman ve mekânla mukayyet olmayan hükümlerdir... Fakat bu hükümlerle amel etmek, ancak aksiyoner İslâm nizamının hudutları dahilinde mümkün olabilir. Bu nizamı çok iyi anlamak gerekir... Hem de o hükümlerden söz etmeden evvel... Müslümanların — isimden başka müslümanlıkla alâkası kalmayanların — kendi zaaflarını, Allah’ın sağlam ve metin dinine olan bağlılık derecelerini kontrol etmeleri lâzım gelir.

İslâmın fıkıh hükümleri, daima İslâm nizamına uygun şekilde yenilikler getirmiş ve getirecektir. Kur’an âyetlerinin tam açıklığa kavuşabilmesi için fıkıh hükümlerine ihtiyaç vardır, Ayetler, hareketli ve İslâm nizamına uygun olan fıkıh hükümleriyle şerhedilmediği takdirde, boşluğa bırakılmış kalıplar halinde kalır. “İslâm nizamına uygun hükümler” kaydının muhakkak surette konması lâzımdır. Zira İslâm nizamına uygun olmayan hükümler, beşer hayatıyla ilgili de olsa değer taşımaz. Aslında beşer hayatıyla ilgili meseleler İslâm nizamına uygun şekilde İslâm dini tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. Bu yönüyle fıkhı meselelerin ana umdelerinden sayılır.

Bu temel kaidenin ışığı altında, müslümanlarla Ehl-i Kitab arasındaki hadiselere dair hükümleri incelemek ve ihtiva ettiği hikmetleri anlamak daha kolay olur. Bu hükümler ki; faal İslâm hükümlerine uygun, müsbet, canlı hareketli ve şümûllü hükümlerdir.

Bu kısa bilginin ışığı altında, konuyla ilgili âyetlerin açıklamasına geçebiliriz :

 29 — Kendilerine kitap verilenlerden olup da Allah’a ve âhiret  gününe iman etmeyen, Allah ile Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini kabul etmeyen kimselerle tâ boyun eğip size itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın.

Bu ve müteakip âyetler, T e b ü k gazvesine giriş yapmakta ve müslümanları Rumlarla hıristiyan Gassani araplarına karşı hazırlığa geçirmektedir... Âyeti kerimede zikredilen sıfatlar, T e b ü k ’de müslümanların karşılaştıkları kavme ait sıfatlardır. Âyet, onların durumlarını ve mevcut sıfatlarını beyan etmektedir. Bu; böyle yerlerde Kur’an âyetlerinin sık sık işaret ettiği hususlardan biridir. Bu sıfatlar burada, Ehl-i Kitapla savaşmanın şartı olarak zekredilmemiştir. Sadece onların akidelerini ve durumlarını göstermek için zikredilmiştir. Ve bu, onlarla savaşmak emri için bir gerekçe mahiyetini taşımaktadır. İnanç ve durumu onların inanç ve durumuna benzeyen herkes için bu hüküm caridir...

Âyeti kerime, bu sıfatları şöyle hudutlamaktadır:
1— Onlar, Allah’a ve âhiret gününe iman etmezler...

2— Onlar, Alah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri haram olarak kabul etmezler.
3—Onlar, hak dini, din edinmezler...

Müteakip âyette de, onların Allah’a ve Resulüne nasıl iman etmedikleri, Allah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri nasıl haram kabul etmedikleri ve hak dini, nasıl din edinmedikleri beyan ediliyor. Herşeyden önce, onlar :

I — Yahudiler; “Uzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da; “M e s i h , Allah’ın oğludur” dediler. Bu sözler, onlardan önce küfreden putperestlerin sözlerine benzer, öyleyse bu inançta onlar, tıpkı öbürleri gibidirler. Bu inancın sahibi, Allah’a ve âhiret gününe asla iman etmiş sayılmaz. (Âhirete nasıl iman etmediklerini açıklayacağız inşallah.)

II — Alimlerini ve Rahiplerini, Allah'ın dışında ilâhlar edindiler. Meryem oğlu Mesihi de Rab edindiler. Bu ise, hak dine muhaliftir. Hak din, eşi benzeri olmayan ve bir olan Allah’a inanmaktır. Öyleyse onlar, müşriktirler; çünkü hak dini din edinmiyorlar.

III — Ağızlarıyla, Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Allah'ın diniyle harbetmektedirler. Halbuki Allah’a ve âhiret gününe inanan, hak dini din edinen kimsenin, diniyle savaşması söz konusu olamaz.

IV —. Alim ve rahiplerinden birçoğu, bâtıl yollarla insanların mallarını yerler, öyleyse onlar, Allah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri de haram olarak kabul etmiyorlar. (Burada “Resulü” lâfzı ile; onların kendi peygamberleri de kastedilse, Hz. Muhammed de kastedilse netice değişmez.)

—- Şu halde bütün sıfatlar, Şam hıristiyanlarında ve rumlarda mevcuttur. Aynı vasıflar, Hz. İsa’nın dinini tahrif ettiği tarihten beri diğer bütün hıristiyanlarda da mevcuttur. Bunlar, İsa'nın Allah’ın oğlu olduğu ve teslis akidesini icat ettiler. Her ne kadar bu akide üzerinde çeşitli mezhep ve fırkaların ihtilafı varsa da bu güne kadar varlığını korumuştur.
öyleyse, âyetteki emir umumîdir... Arap ve Rum hıristiyanlarında mevcut olan bu sıfatların diğer bütün hıristiyanlarda da mevcut olacağı katiyetle ifade edilmektedir. Resulullah’ın, İslâm komutanlarına; acizleri, kendilerini kiliseye hasreden rahipleri, ihtiyarları, kadınları ve çocukları öldürmemelerini emretmesi, bu hükmün umumîliğine asla mani teşkil etmez. Çünkü onlar muharip değildirler... İslâm, hangi milletten olursa olsun, muharip olmayanlarla savaşmayı menetmiştir. Resulullah’ın, komutanlarına verdiği emir, istisnayı ifade etmez. Çünkü müslümanlara, onlar tarafından fiilî bir tecavüz
vaki olmamıştır. Zaten tecavüz etmeye durumları müsait değildir. îslâma yöneltilen ithamları reddetmek için bazı hezimet erbabının söylediği gibi âyet, fiilen tecavüz edenleri kasdetmektedir şeklinde bir ifade ile, bu umumi hükmü sınırlamaya da imkân yoktur. Çünkü onlardaki tecavüz, her zaman mevcut sayılır... Onlar, Allah’ın ülûhiyetine tecavüz etmektedirler... İnsanları Allah’tan, başkalarının kulu yaparak kullara tecavüz etmektedirler. İslâm; Allah’ın ülûhiyetini ve insan cinsinin yüceliğini korumak için harekete geçtiği zaman, elbetteki bütün cahiliyet nizamları onu tecavüz, harp ve düşmanlıkla karşılayacaklardır... Eşyanın tabiatiyle karşılaşmaktan kurtulmak mümkün değildir.

Bu âyet, müslümanlara, “Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen” Ehli Kitapla savaşmayı emretmektedir. Hz. İsa ’nın ve Hz. Ü z e y r 'in, Allah'ın oğlu olduklarını söyleyen kimselerle... Allah’a iman eden insanın söyleyemiyeçeğini sözleyenlerle ... “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” veya “Allah, üçün üçüncüsüdür” veya Allah, İsa’da vücut bulmuştur” diyenlerle... Aralarındaki ihtilafa rağmen, mukaddes kabul ettikleri kilise erbabıyle!.. İşte bunlar ki, hangi suçu irtikâp ederlerse etsinler, saydı bir kaç gün hariç, cehenneme asla girmeyeceklerini iddia ederler... Çünkü kendilerinin, Allah’ın oğullan, sevgililileri ve seçilmiş milleti olduklarını kabul etmişlerdir... Mesih’e sarılmakla her günahın mağfiret edileceğini ve bunun dışında hiçbir mağfiret yolunun bulunmadığını ileri sürerler... Bunların hepsiyle savaşmak!.. Çünkü bu insanların hiçbirine, âhiret gününe inanıyor denemez!.. Bu âyet, Ehli Kitabı; “Allah ve Resulunun haram kıldıklarını haram tanımayan” kişiler olarak tavsif ediyor. Buradaki “Resulü” kelimesiyle, ister Ehli Kitaba gönderilen Peygamberler kastedilmiş olsun, ister son Peygamber kastedilsin, netice aynıdır. Müteakip âyet, bu hususu açıklamakta, onların bâtıl yollarla insanların mallarını yedikleri beyan edilmektedir. Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek ise, her risâlet ve her Resul tarafından haram kılınmıştır. İnsanların mallarını bâtıl yollarla yemenin en basit örneği, faizli muamelelerdir. Bu faizi başta birçok kilise ricali “mağfiret senedi (!)” nin mukabili olarak alırdı. Bu ise insanları Allah’ın dininden alakoymak, kuvvetle onun karşısına dikilmek ve müminleri dinlerinde fitneye düşürmektir. Bu, insanları Allah’tan başkalarına kul yapmak-

tır!.. Allah’ın indirmediği hüküm ve kanunlara boyun eğmeye zorlamaktır. Bütün bu vasıflar Ehli Kitapta toplanmakta ve böylece onlar; “Allah ve Resulunun haram kıldığı şeyleri, haram tanımamaktadırlar” Evet, bütün bunlar, o gün olduğu gibi bugün de Ehli Kitapta mevcuttur...

Sonra âyet, onları; “hak dini, din edinmemek” le tavsif ediyor. Bu, açık ve vazıh bir keyfiyettir ve izahı daha önce geçmiştir. Allah’la beraber bir başkasının da ilâhlığına inanmak, hiçbir zaman hak din değildir. Allah’ın nizamından başka bir nizamla yaşamak, Allah’tan gayri birinin hükümlerini benimsemek ve Allah’ın saltanatından başka bir saltanata bağlanmak hiçbir zaman hak dini ifade etmez... Halbuki bugün bunlar, Ehli Kitapta mevcuttur... Tıpkı o gün mevcut olduğu gibi...

Ayeti kerime, müslüman olmadıkları halde bir noktada onlarla muharebe etmemek şartını koşuyor. Çünkü dinde zorlama yoktur... Ancak, hor ve hakir olarak kendi elleriyle cizye vermeleri şartıyle... Peki, bu şartın hikmeti nedir?.. Nedir savaşı önleyen bu hükmün gayesi?..

Şüphesiz Ehli Kitap, zikredilen sıfatlarıyla, inanç ve yaşayış yönünden Allah’ın dini ile harbetmektedirler. Keza Allah’ın nizamı ile Ehli Kitabın inanç ve durumlarında tezahür eden cahiliyet nizamı arasındaki tabiî zıddiyet ve çatışma sebebiyle, İslâm cemiyetine karşı da harbetmektedirler. Tarihî vakıa, bu iki nizam arasındaki zıddiyetin hakikatini ve çatışmanın tabiatini ispat etmiştir. İki nizamın bir arada yaşamasının imkânsız olduğunu göstermiştir. Bunun sebebi: Ehli Kitabın, fiilen Allah’ın dinine karşı çıkması, hatta bu güne kadar bir an bile durup dinlenmeden Islâma ve müslümanlara harp ilan etmesidir. Bu hareketleri, âyeti kerimedeki hükmün nüzuluna sebep olmuştur.

Yeryüzündeki yegâne hak din olan İslâm, önüne çıkan engelleri yıkarak, insanları bâtıl dinlerin esaretinden kurtarmak ve hiçbir zor lama veya icbar olmadan, her ferde, inancını seçme hürriyetini vermek için elbetteki harekete geçecektir.

öyleyse maddî engelleri izale etmenin ve insanları lslâma inandırmaya davetin yegâne fiilî çaresi, hak din üzere kaim olmayan saltanatların kuvvetini kırmak ve bu saltanatlara, fiilen cizye vermeyi kabul ettirmek sûretiyle teslimiyetlerini sağlamak...

İşte o zaman, hürriyet ameliyesi fiilen tamamlanır. Hak dine inanmakta herkese hürriyet garantisi verilir. İnanmayan olursa, o da cizye verir ve kendi inancında kalır. Böyle bir hareket ise, birkaç gayeyi birden gerçekleştirir:

1 — Cizye vermek sûretiyle, teslimiyetini ilan etmesi ve Allah’ın hak dinine daveti karşısında mukavemet göstermemesi...

2 — Canını, malını, namusunu ve ehli zimmet için Islâmın tekeffül ettiği dokunulmazlıklarını muhafaza yolunda masraflara iştirak etmesi, böylelikle dahilden ve hariçten gelecek düşmanlıklara, müslüman mücahitlerle birlikte karşı koymasıdır. Onlar, cizye vermek sûretiyle emniyetlerini müslümanların ellerine tevdi etmeleri...

3 — Çalışma gücünü kaybeden herkesin iaşe ve kefaletini garanti eden müslümanların hâzinelerine iştirak etmeleri... (Bu hususta ehli zimmetle zekât veren müslümanlar arasında asla ayırım yapılmaz.)

Burada cizye alman ve alınmayan kimselerle cizyenin miktarı, onu sağlama yolları ve bunun yerleri hakkındaki fıkhı ihtilaflara girmek istemiyoruz. Zaten bugün böyle bir mesele ile karşılaşılmıyor. Fukahanın, bu hususta fetva verdiği ve içtihat ettiği zamanlar çok gerilerde kaldı...

O bugün, “Pratik” değil “Tarihî” bir kaziyye olarak kabul edilir... Çünkü müslümanlar bugün, cihad etmiyorlar!.. Çünkü müslüman, bulunamıyor bugün?.. Islâmın ve müslümanlann “varlığı, kariyyesi, bugün tedaviye muhtaçtır!..”

Defalarca söylediğimiz pibi İslâm nizamı; ciddi, doğru ve pratik bir nizamdır. Meselelerin münakaşasının boşlukda ve muallâkta yapılmasına tenezzül etmez. Realite dünyasında tatbik edilmeyen fıkhî meselelere girilmesini istemez. Kendi kendilerini ve başkalarını, fiilen varlığı olmayan meselelerle meşgûl edenleri sevmez. “Şu şöyle olsaydı acaba hüküm ne olurdu” gibi şeylerle uğraşanlara “abesle vaktini öldüren dedikoducu” denebilir.

Bugün meseleyi başlangıç noktasından ele almak icap ediyor.

Her şeyden önce, yeryüzünün herhangi bir yerinde, hak dini din edinen, Allah’tan başka ilâhın olmadığına ve Hz. Muhammed’in, Allah'ın Resıılu olduğuna şehadet eden gerçek kişilerin bulunması lâzımdır. Ancak o kişiler hakimiyet, saltanat ve teşri hakkının sadece Allah’a ait olduğunu samimiyetle kabullenecekler ve bunu hayat sahasında tatbik edeceklerdir. Ondan sonra insanları hürriyete kavuşturmak için bu nizamı bütün yeryüzüne yaymaya çalışacaklar... İşte ancak o zaman; İslâm cemiyeti ve diğer cemiyetler arasında bu cihanşümül İslâm nizamının tatbikine imkân bulunabilir... Ancak o zaman bu fıkhı meselelere girilebilir, ahkâm sigalarıyla meşgûl olunabilir ve İslâmın, nazariyatta değil, bilfiil yaşanan hayatta yerini alması sağlanır.


Biz, âyeti tefsir edecekken bu meseleye daldık, zira iman ve itikat meselesi olduğu için mühimdir. İslâm nizamının tabiatine taallûk eden bir meseledir... İşte bu noktada duruyor ve İslâm nizamının ciddiyetine, pratikliğine, basitlikten uzak oluşuna hürmeten fer’î fıkıh meselelerine girmiyoruz.

YAHUDİ VE HIRİSTİYAN'LAR

30 — Yahudiler: “Ü z e y r Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha evvel kâfir olanların sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah’tan bulsunlar. Nasıl da uyduruyorlar!

Allah, müslümanlara Ehli Kitapla savaşmalarını emretmişti: “Hor ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar...” Sûrenin ve birinci kısmın mukaddimesinde bahsettiğimiz üzere, M e d i -n e ’deki İslâm cemiyetinin durumunda bazı karışıklıklar vardı. Bu hal, bu İlâhî emrin tekid ve takviyesini, ona yol açan sebep ve amillerin açıklanmasını ve bazı ruhlarda yaralar açan şüphe ve kaypaklıkların izalesini gerektiriyordu. Hususiyetle komşuları olan Rumlara karşı, bu hükme önem vermek gerekiyordu. Rumlar müslümanlıktan önce Arapları korkutmuşlardı. Uzun zaman Arabistanın kuzey kesimlerinde hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bazı Arap kabileleri de onların yardımcısı idi. G a s s a n i saltanatı, onların nüfuzlarına boyun eğen bir saltanat haline gelmişti... Ancak, bilmek gerekir ki
bunlar, müslümanları Rumlarla savaşa teşvik eden ilk unsur değildi. Kaldı ki Allah, Arapları Islâmla kuvvetlendirmişti. Vaktinde Rumlara ve Farslara karşı savaşmak cesaretini gösteremeyen, bu insanlardan Rumlara ve Farslara karşı koyacak cesur bir ümmet vücuda getirmişti... Onların şecaat ve kahramanlıkları, ancak birbirleriyle savaşmakta, baskınlarda, soygun ve yağmalarda göze çarpıyordu. Rum korkusu, ruhlarının derinliklerinde her zaman tesirini hissettirmişti. Hususiyle İslâmın asil tabiatini huy edinemeyenlerde bu tesir daha fazla idi. Müslümanlarla Rumlar arasındaki M u t e savaşı da büyük bir yara açmış ve sonuç müslümanların lehine olmamıştı. Bu savaşta müslümanlara karşı Rumlardan ve yardımcılarından mürekkep 200,000 kişilik bir ordu toplanmıştı.

Bütün bu karışıklıklar; o devirde İslâm cemiyetinin terkibinde çeşitli unsurların bulunuşu, Rumların harp açışı ve harbin kötü şartları doğurmuş olması yüzündendi. “Çetin savaş” adı verilen bu savaşa ileride temas edeceğiz. Bütün bunların dışında, Rumlar ve yardımcıları olan hıristiyan araplarının Ehli Kitap olması da, ayrı bir tereddüt ve şüphe unsuru oluyordu... Bu karışıklıklara karşı o kesin emrin kat’iyetini beyan etmek, ruhlardaki şüpheleri izale etmek ve Allah'ın bu emrindeki önemli hususların üzerinde durmak gerekiyordu.

Bu âyette, Ehli Kitabın, sapık bir akideye sahip olduğu beyan ediliyor; inançlarının, tıpkı eski Roma ve diğer putperestlerle Arap müşriklerinin inançlarına benzediği ifade ediliyor. Onlar, kitaplarının kendilerine getirdiği sağlam akideyi korumadılar, öyleyse onlar kitap ehli olarak kabul edilemezler. Onlar, kitaplarındaki sağlam akidenin dayandığı köklü itikada muhalefet ettiler.

Burada “Uzeyr Allah’ın oğludur.” şeklindeki sözleri hatırlatılarak yahudilere de dikkat çekiliyor. Hem de âyeti kerimeler, Rumlara ve yardımcıları olan hıristiyan araplara karşı koymak için hazırlıklar yapıp prensipler koyarken... Bize göre bu durum, iki noktaya bağlanabilir:

1 — Âyetlerin manası umumî olduğuna göre, hor ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar Ehli Kitapla harbetmek emri de umumidir. Âyetlerde, hem yahudi hem hıristiyan, bütün kitap

ehli hakkındaki bu umumi emrin etraflıca açıklanıp beyan edilmesi  gerekli görülmüştür.

2 — Yahudiler; Resulullah’m M e d î n e ’ye geldiği andan itibaren, Islâma ve müslümanlara karşı çeşitli acı harpler açmışlar ve sonra Şam taraflarına göçmüşlerdi. Evet, Benî Kaynuka, Benî Nadir ve bazı Benî Kureyza efradı, Şam cıvarlarına yerleştiler. Böylece, genişlemekte olan İslâm hareketinin Şam cihetindeki engelini teşkil ediyorlardı. Bundan dolayı, âyetteki emir ve izah, onları da şumülüne almaktadır.

Hıristiyanların, “Mesih, Allah’ın oğludur.” sözleri, herkes tarafından bilinen meşhur bir sözdür. P o 1 s tarafından tahrifine başlandığı ve sonra Mukaddes Konsiller tarafından tahrifinin tamamlandığı andan bugüne kadar onların inançları bu söze dayanmaktadır. Yahudilerin; “Üzeyr, Allah’ın oğludur.” sözü ise, bugün pek bilinmeyen ve yaygın olmayan bir sözdür. Yahudilerin tedvin olunmuş kitaplarında “Azra” ismini taşıyan bölümde, 
Ü z e y r Mûsa’nın Tevrâtını yazmakta mahir bir kâtip olarak tavsif edilir. O kalbini, Rabbin şeriatine aracı olmaya tevcih etmiştir.

Fakat yahudilerin bu sözlerinin Kur’an’da hikâye edilmesi, hiç değilse onlardan bir kısmının hususiyle Medine yahudilerinin bu iddiayı ileri sürdüklerine ve bu sözün aralarında yayılmış bulunduğuna kati bir delil teşkil eder. Kur’an-ı Kerim, gerek yahudilere ve gerek hıristiyanlara realist ve doğru olarak cevap vermektedir. Şayet Kur’an’ın hikâye ettiği bu sözün aslı olmasaydı, onlar, Resulullah’ın rivâyetlerini tekzib etmek için sağlam bir delil bulmuş olacaklar ve bunu en geniş noktalara kadar kullanmaktan geri durmayacaklardı.

ABDUHU VE REŞİD RIZA MEKTEBİ

Merhum Şeyh Reşid Rıza, “Menar” tefsirinin onuncu cüz’ünde (S. 385, 387) Azranın yahudiler nazarındaki mevkü hakkında çok faydalı bir özet sunmuş ve o özete de faydalı bir ilâve yapmıştır. Yahudilerin, çok önem verdikleri hususlara ait bazı cümleleri buraya alıyoruz. Reşid Rıza şöyle diyor :

“1903 baskılı Yahudi Ansiklopedisinin yazdığına göre; Azranın
asrı, yahudilerin çiçeklerinin açıldığı ve güzel kokularının yayıldığı millî tarihlerinin ilk baharını temsil eder. O, şeriatin naşiridir. «Aslında şeriatin nâkili» (n) Şayet Mûsa o şeriati getirmemiş olsaydı (Talmut: bab 21) Azra getirecekti. Azra gelmeseydi, bu şeriat unutulup gitmişti. Azra onu tekrar ihya etmiştir. îsrailoğullannın hataları olmasaydı, Mûsa devrinde gördükleri mûcizeleri Azranın gününde de apaçık görürlerdi.”

Bahsedilen eserde, şeriat kitaplarının işari harflerle müdevven olduğu zikredilmektedir. Yani şüphe edilen kelimelerin üzerine bir alâmet konurdu. Yahudi tarihinin başlangıcı da Mûsa’nın devrine irca edilmektedir.
Dr. George Poust, Kitabı Mukaddesin sözlüğünde şöyle der : Azra, bir yahudi kâhini ve meşhur bir kâtiptir. “Irtah şasta” nın uzun hâkimiyet devri boyunca Babil’de iskân etmiştir. Krallığının 7. yılında, halktan bol sayıda adam alarak O r i ş e 1 i m ’e gitmesi için Azra’ya irin verdi M.ö. 457, (Azra S. 7) Yolculuk, 4 ay sürdü.

Sonra şöyle devam eder: Yahudi geleneğinde Mûsa ve İliya’nın yerini Azra almıştır. O, büyük bir toplum tesis etmiş, Kitabı Mukaddesin bölümlerini toplamış, eski İbranî harfleri yerine Kildanî harflerini kullanmış ve “el-eyyam”, “Azra” ve “Nahmiya” bölümlerini telif etmiştir.

Sonra şöyle der: “Azra” kitabının (4:8-6:19) sayfaları Kildanice, (T. 1-27) sayfaların da keza Kildanî lehçesi ile yazılmıştır. Millet, esaretten döndükten sonra îbraniceden daha çok Kildaniceye aşina idi...

“Ben diyorum ki: Ehli Kitabın da dahil olduğu bütün dünya tarihçileri tarafından bilinen meşhur bir vakıadır ki; Tevrat’ı, Mûsa Aleyhisselam yazmış, sonra onu tabutul ahd’in içine veya kenarına koymuş, fakat Süleyman Aleyhisselam devrinden önce kaybolmuştu. Hz. Süleyman devrinde tabut açıldığı zaman, içinde, tıpkı ilk meliklerin bölümünde olduğu gibi, On vasiyeti ihtiva eden iki sahife-
67. İngilizce aslından yapılan terceme «şertatın nasiri» ifadesi yerine. «şeriatın hamili" daha uygundur.

den başka bir şey bulunamamıştır. (68) Azra ise Tevratı ve diğerlerini, esaretten sonra Keldanî harfleriyle ve yahudilerin çoğunun unutmuş olduğu İbraniceyle karışık Keldanice ile yazmıştır. Ehli Kitap der ki: Azra, Tevrat’ı Allah’tan gelen bir vahiy veya ilham şeklinde yazmıştır. Bu, onlardan başka kimsenin kabul etmediği bir iddiadır. Buna birçok itirazlar yapılmış ve bu mevzuda yazılmış kitaplarda özellikle zikredilmiştir. Hatta bu hususta Ehli Kitap tarafından bile kitaplar telif edilmiştir.

, Katoliklerin yazdığı ve aslı Fransızca olan “Kalplerin Hâzinesi” / adlı eserin 11. ve 12. bölümlerinde Hz. Mûsa’ya ait beş sahifenin mevcudiyetinden bahsedilir. Ve devam ediyor :

“Azra bölümünde varit olmuştur ki; (4 f. 14 sayı, 21) mukaddes bölümlerin bütünü, “Nebuhazansar” devrinde ateşte yakılmıştır. O şöyle demiştir: “Ateş, senin şeriatini iptal etti. Artık hiç kimsenin, yaptığını bilmesine imkân yoktur. (®) sonra buna başka biri ilâve yapılmış ve Azra’nın, ateşin yaktığı mukaddes bölümleri, Ruhul Ku-düsün vahyiyle yeni baştan telif etmiştir. Bu hususta ona 5 kâtibin yardım ettiği de zikrediliyor. Bunun için “Sarsülyanüs”, aziz “İri-navs”, aziz “Irunimus”, aziz “Yuhanna ez-Zehebi” ve aziz “Basiliyus” isimlerini görüyoruz. Azra ve diğerleri, maruf mukaddes bölümlerin, yahudilerce parçalandığını iddia ederler...”

“Burada bu kadar izahı kafi görüyoruz. Burada bizim için iki gaye var :

^ 1 — Bütün Ehli Kitap, yanlarındaki mukaddes kitapların aslı
ve dinlerinin müstenidi olması bakımından Azra’ya kendilerini borçlu hissetmeleri...

2 — Bu delilin, nisyanı parçalamış ve rükünleri birbirine bağla-

68. Bu olay hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şu âyat nazil olmuştur :
«Peygamberleri onlara dedi ki: “Gerçekten onun hükümdarlığının alâmeti sİze, tâbutun gelmesidir ki onda Rabbınızdan bir SEKİNE ve Musa hanedanıyla, Harun hânedanının terkettiklerinden bir bakiyye vardır. Melekler onu yüklenecektir. Şayet inananlardansanız şüphe yok ki, bunda sizin için bir delil vardır."

69. Biz da diyoruz ki: Süphesiz ki Kur'an kelamı, hepsinden doğrudur. O beyan etmektedir ki, orada bir bakıyye mevcuttur.


mış olması. Avrupalı hür alimlerin (70) vardığı netice de budur. Britannica Ansiklopedisinin tercümesinde, Azra’nın kitabından ve onun kâtipliğini yapan Nahmiya’dan söz edildikten sonra şöyle denmektedir : “Son zamanlardaki bir rivâyete göre, Azra’ya, şeriatın sadece yanmış olan kısmı değil, imha edilmiş olan İbranice sahifelerin hepsi iade edilmiştir. Bunlardan yetmiş sahifenin iade edilişi kanun dışı olmuştur. (Ebu Küreyif)! Daha sonra mütercimin şu sözleriyle karşılaşıyoruz: Eğer Azra’ya ait efsane bu ise, bu efsaneyi kaleme alan tarihçilerin hiçbir kaynağa dayanmaksızın kendi kafalarından yazdıkları anlaşılıyor. Asrımızın yazarları, Azrayla ilgili bu efsanenin bazı kişiler tarafından uydurularak yazılmış olduğunu söylemektedirler. (Britannica Ansiklopedisi 1929 baskısı cild 9 sayfa 14)”

--Hülâsa: Yahudiler. Azra’yı bu güne kadar mukaddes tanıdıkları gibi bugün de mukaddes tanımaktadırlar. Hatta içlerinden bazıları ona “Allah’ın oğlu” demektedirler.

Bu sözleriyle, İsrail, Davud ve diğerlerinde olduğu gibi bir yücelik manası mı kastedilmektedir; yoksa ileride zikredilecek olan filozofları “Filo” nunki gibi bir mana mı kastediliyor, bilmiyoruz. Filo, hıristiyan akidesinin temeli olan putperest Hint felsefesine meyyal bir filofoztur. (71) Yahudilerin hepsi bu sözü söylememiş olsalar dahi, bir kısmının kati olarak söylediğine bütün müfessirler ittifak etmektedir...

70. Muhammed Abduh ve onun ekolü tarafından kullanılan «Hür Alimler» tâbirinin ifade ettiği mana üzerinde biraz durmamız ve bazı uyarmalar yapmamız gerekiyor: Muhammed Abduh ekolü, tümü ile, batının fikir ve ideolojisinin etkisi altında kalmıştır ki, bu fikir ve ideoloji İslâm'ın fikir ve prensiplerine tamamen yabancıdır. Bu etki onları, Avrupa’daki kilise erbabının kalkınma yolundaki bazı kitaplarına özendiriyor ve onlara «Hür Alimler» lâkabı takıyorlardı. Aynı zamanda, batı hürriyet ve demokrasisi hakkında yazılan eserlerle, batıyı diğer hususlarda metheden kitaplar bu ekolü etkilemekte idi. Bu etki altında, devamlı olarak, «Batı'nın faydalı olan fikir ve icraatını almalıyız» derlerdi. Bu görüş büyük bir tehlike arzetmektedir. Bu görüşü Hiristiyanlardan Lord Kromer ve benzeri kişiler desteklemekteydiler. İslâm prensiplerinin müstesna kabiliyet ve azameti karşısında bir an durup, bu görüşün ihtiva ettiği tehlikeleri incelemek lâzımdır.

7!. Biz, böyle bir tereddüde mahal görmüyoruz. Yüce Kur’an; Yahudilerin sözlerini açıkça belirtiyor: «Uzeyr, Allah'ın oğludur!» sözü aynen Hıristiyanların: «Mesih Allah'ın oğludur!» sözleri gibidir. Her ikisiyle de, daha önce küfredenlerin sözlerine benzer bir ; mana kastedilmektedir. Çünkü Allah’a oğul isnadı; söyleyeni, hak dinden çıkarıp şirke, küfre döndürecek bir iddiadır.

Bu sözü Medîneli bazı yahudiler söylemiştir. Onlar hakkında Allah’ü Teâlâ’nın şu beyanları vardır :

Yahudiler, “Allah’ın eli sıkıdır” dediler; dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lânet olsun. Hayır, O’nun iki eli de açıktır. Nasıl dilerse sarf eder. And olsun ki, sana Rabbinden indirilen sözler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. (72)

Allah’ü Teâlâ şu âyeti kerîmeyi de inzal buyurmuştu :

O kimse ki Allah’a karşı karz-ı hasende bulunursa Allah onu kat kat artırır. Ve Allah daraltır, genişletir. Siz O’na döndürüleceksiniz. (73)

Bu âyeti kerîmeye karşı onlar :

“Allah fakirdir, biz zenginleriz.” demişlerdi ve Allah şu âyeti kerîmeyi inzal buyurmuştu:

Gerçekten Allah; “Allah fakirdir, biz zenginleriz” diyenlerin lafını işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini yazacağız. Ve diyeceğiz ki: Tadın o yakıcı azabı... (74)

Ancak bu sözün, onlardan önce başkaları tarafından da söylenmiş olması muhtemeldir, fakat bize nakledilmemiştir...

“İbni îshak, İbni Cerir, İbni Ebî Hatem, Ebu Şeyh ve İbni Mürdeveyh; İbni Abbas’ın şöyle dediğini rivâyet ederler: Selâm İbni Müşküm, Numan İbni Evfa, Ebu Enes, Şas İbni Kays ve Malik İbni Sayf, Resulullah’a geldiler ve şöyle dediler : Sen, bizim kıblemizi terkettiğin ve Ü z e y r ’in, Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmediğin halde, biz sana nasıl tabii olalım?..

Malûmdur ki; Mesih, Allah’ın oğludur diyen hıristiyanların bazısı yahudi asıllı idiler. Mesihin muasırı, İskenderiyeli yahudi filozof Filo şöyle diyordu: “Şüphesiz Allah’ın oğlu vardır. O, O’nun kelimesidir. Eşyayı onunla yaratmıştır.” Bu böyle olunca, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce bazılarının bu manada; 
“ Ü z e y r ’de Allah’ın oğludur.” demeleri, hiç de uzak bir ihtimal değildir...”
72. Maidc: 64.

73. Bakara: 143.

74. Al-i İmran: 181.
Bu açıklamadan, yahudilerin sözlerini hikâye eden Kur’an âyetleri daha iyi anlaşılıyor. Bu; Ehli Kitaptan bir gurubun, içinde bulundukları halin ve inanç bozukluğunun ifadesidir. Gerçekten Allah’a inananların veya hak dini din edinenlerin asla kabul edemeyecekleri bir inanç bozukluğu... İşte bu sıfat, savaş hükmünün başlıca dayanağıdır. Savaştan maksat, hiç bir zaman onlara zorla İslâmî kabul ettirmek değildir. Ancak onları, Islâmın karşısında ayakta tutan şevket ve azametlerini kırmak, onları Islâmın hâkimiyet ve saltanatına boyun eğdirmek ve böylece hiç bir zorlama olmadan, fertleri, istedikleri dini seçmek hususunda ki iradelerini bağlayan baskının tesirinden kurtarıp insanları hürriyete eriştirmek içindir.

“Hıristiyanların; “Mesih, Allah'ın oğludur” ve o, üçün üçüncüsüdür, şeklindeki sözleri ise, daha önce belirttiğimiz gibi meşhur ve yaygın bir sözdür. Tıpkı diğer risâletler gibi tevhid esası üzerine kurulmuş olan Mesihin Risâleti, P o 1 s tarafından tahrif edildikten sonra mukaddes guruplar eliyle de tahrifi tamamlanmış, tevhid fikrinin aslı değiştirilmişti. Bu sûretle hıristiyanlıkta tevhid akidesine bir daha dönülmemek üzere son veriliyordu!..”

Şeyh Muhammed Reşid Rıza ’nın Tefsir-i Menarın-da “Teslis: Trinitas” Unvanıyla, hıristiyanlann inançları hakkında serdettiği faydalı fikrin bir özetini burada arzetmeyi uygun 'görüyoruz :

“Hıristiyanlarca Allah olarak kabul edilen ekanim-i selâse; baba, oğul ve Ruhul Kudüs olarak tanınır. Bu; pek az istisnalar hariç Şark ve katolik kiliseleri ile beraber bütün protestanlarca' kabul edilen prensiplerden biridir. Bu prensibe sahip çıkanlar, onun, Kitabı Mukaddesin âyetlerine uygun olduğunu ileri sürerler. Ayrıca ilâhiyatçılar, ona, eski konsillerin prensiplerinden ve büyük kilise papalarının kitabelerinden aldıkları bir çok izah ve şerhler ilâve ederler. O; ikinci uknumun doğumu ile üçüncü uknumun meydana gelme yollarından, üç uknumun arasında bir nisbetin bulunmadığından, lâkaplarından ve mümeyyiz sıfatlarından bahseder. Kitabı Mukaddeste “teslis” lâfzı bulunmadığı gibi, ahd-i kadimden “teslis” prensibini

tasrih eden bir âyet bulmak da mümkün değildir. Eski hıristiyan müellifleri, ülûhiyatte müşterek vasfın varlığına işaret eden çeşitli âyetler iktibas etmişlerdir. Fakat bu âyetler, teslis prensibine kati bir burhan teşkil etmeyen, bilakis inandıkları ahd-i cedidde mezkûr olan sarih vahye işaret eden muhtelif tefsirlerdir. Bir çok kişiler bundan, bu prensibin ispatına delil olacak bazı âyetleri iktibas ettiler. Bunlardan biri; baba, oğul ve Ruhul Kudüsün müştereken zikredildiği âyet, diğeri ise her birerlerini ayrı ayrı zikreden ve birbirlerine nispetleriyle sıfatlarının hususi nevilerini ihtiva eden âyetlerdir.”

“Ülûhiyetteki ekânimin münakaşası, Peygamber devrinde başlamıştır. Sonra Ganusti ve Heylani filozoflarının prensipleriyle cemiyete yayılmıştır. Antakya piskoposu Siyofilos, ikinci asırda Yunanca “Tiryas” kelimesini kullanmış, sonra bu kelime “Tartilyanus” haline gelmiştir. Bu kelime de kullanıla kullanıla teslis manasına gelen “Trinitas” şekline sokulmuştur. İznik konsilinde prensip hakkında hususiyle şarkta uzun münakaşalar yapılmış ve kilise, bu iddianın uydurma olduğuna dair ileri sürülen birçok görüşleri mahkûm etmiştir. Mesihin sadece bir insan olduğuna inanan “Ebyuniler” in, baba, oğul ve Ruhul Kudüsün farklı şeyler olduğuna ve onlarla Allah'ın kendini insanlara tanıttığına inanan “Sabililer” in, oğulun baba gibi ezelî olmadığına, bilakis kâinattan önce baba tarafından yaratıldığına ve bundan dolayı babadan daha aşağı seviyede ve ona boyun eğmiş olduğuna inanan “Aryusiler” in ve Ruhul Kudüsün ekamini selâseden biri olduğunu kabul etmeyen “Mekduniler” in fikirleri, kilise tarafından mahkûm edilen fikirler cümlesindendir. .

"Kilise kararlarına gelince; 325 senesindeki İznik konsili ile 381 yılındaki İstanbul konsili meseleyi müzakere etmişler ve her iki konsil de, ülûhiyetin bir oluşunda Ruhul Kudüsle oğulu babaya eşit kabul etmişlerdir. Oğul, ezeldenberi babadan meydana gelmiş, Ruhul Kudüs de babadan vücut bulmuştur. 589 yılındaki 
Tuleyt u 1 e konsili ise; Ruhul Kudüsün de oğuldan meydana geldiğine hükmetmiştir. Bütün Lâtin kilisesi bu görüşü kabul edip ona sahip çıkmıştır. Yunan kilisesi başlangıçta sukûtu tercih etmiş ise de sonradan onu bid’at sayarak, bu hükmü değiştirmek için deliller serdetmiştir.
“İşte, Yunan kilisesi ile katolik kilisenin ittihadına bu durum engel olmuştur. Kant’a göre baba, Oğul ve Ruhul Kudüs ülûhiyette üç sıfatı temsil etmektedir. Bu sıfatlar; Kudret, Hikmet ve Mahabbettir. Yahut bu sıfatlar; yaratmak, muhafaza etmek ve hâkim olmak gibi üç yüce amilden ibarettir. Heycin ve Şenlag, teslis akidesini hayali temeller üzerine oturtmağa çalıştılar. Son zamanların Germen ilâhiyatçıları da bu görüşü benimsediler. Teslis akidesinin müdafileri, artık tezlerini hem lahutî hem hayalî temeller üzerinde savunuyorlardı. Diğer taraftan sadece vahyi esas kabul eden bazı ilâhiyatçılar, İznik ve İstanbul konsüllerinde alınan kararlara aykırı gördükleri kilise akidelerini kabul etmemektedirler.”

Ancak akaid alimlerinin büyük çoğunluğu ve Susinyaniler, Germenler, Muvahidler, Umumîler ve yeni bir çok guruplar, 13. ncü asırdan beri buna muhalefet etmişler, onun akla ve Kitabı Mukaddese aykırı düştüğünü ileri sürmüşlerdir. “Sevid Tırağ” ise teslisi mutlak manada kabul ediyor ve Mesihin uknumunun, teslisle bilindiğini ileri sürüyordu. Ona göre ekanim-i selase yok, bilakis uknum-u selase vardır. Yani; Mesihin tabiatindeki İlâhî unsur, babadır. Mesihin insanlığıyla birleşen İlâhî unsur ise oğul; ondan fışkıran İlâhî nûr da Ruhul Kudüstür. Zamanla Lusiri ve ıslahat kiliselerinde akıl ve mantığı ölçü alanlar çoğaldıkça Germen ilâhiyatçıları arasında teslis akidesinin zayıfladığı görülmüştür.

Luther taraftarlarıyla, diğer reformist görüşlü kilise mensupları da teslis konusunda katolik kilisesinin görüşlerini olduğu gibi almışlardır.

Bu kısa, fakat faydalı sunuştan anlaşılmaktadır ki, hıristiyan kilisesinin bütün mezhep ve fırkaları, hak dini din edinmiyorlar. Allah’ın birliği, hiçbirşeyin O’na eş olamayacağı ve hiç kimsenin O’ndan doğmadığı esasına dayanan hak dini kabul etmiyorlar.

Çok kere “Aryuscular” ın “muvahhid” oldukları söylenir. Bu söz, hakikate aykırıdır. Aryusiler, Allah’ın hak dinini anlatan tevhidi esas olarak kabul etmezler. Tevhidle şirki karıştırırlar. Onlar, bir yandan Mesihin Allah gibi ezelî olmadığını söylerler ki bu doğrudur, diğer taraftan, ayni zamanda O’nun oğlu olduğunu ve kâinat yaratıl-

madan önce Allah’tan meydana geldiğini iddia ederler. Bu ise, hiçbir zaman gerçek “Tevhid”i ifade etmez!

Şu itikada sahip olanların kâfir olduklarını Allah’ü Teâlâ değişmeyen hükümleriyle beyan buyurmuştur:

Mesih, Allah’ın oğludur, diyenleri...

Mesih, Allah'tır diyenleri...

Allah, üçün üçüncüsüdür diyenleri...

Küfür ve iman sıfatının, bir inançta ve bir kalpte birleşmesine imkân yoktur. Bunların her biri ayrı ayrı şeylerdir!

Kur’an-ı Kerim beyanına devam ediyor ve “Üzeyr Allah’ın oğludur,” diyenlerle, “Mesih Allah’ın oğludur” diyenlerin bu sözlerinin, daha önce küfredenlerin sözlerine, inançlarına ve tasavvurlarına benzediğini haber veriyor :

“Bu, daha evvel kâfir olanların sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür.”

Bu âyet; bu sözün onlar hakkında söylendiğini değil, bizzat onlar tarafından söylendiğini ispat etmektedir. Bunun için “ağızları” ifadesi kullanılıyor ve halleri, Kur’an’ın canlı tasvir metoduyla, bir tablo haline getiriliyor. İfadede, sözle birlikte ağız da zikredilmiştir. Halbuki söz zikredilince, bunun ağızdan çıkacağı bellidir. Burada, ağızın zikredilmesi fazladan ve abes gibi görünüyor. Hayır! Dikkat edersek ifadede abes ve fazlalık gibi şeyler bulunmadığını, bilâkis bazı manidar incelikler olduğunu görürüz. Bu, Kur’an-ı Kerîm’in veciz ve canlı üslubundan ileri gelmektedir. Sözün zikredilmesiyle, sözü el-an söylüyorlarmışcasına ifadeye bir devamlılık ve canlılık verilmektedir. Aynı zamanda ağızı zikretmek sûretiyle de; söyledikleri sözün gerçekle hiçbir alâkası olmadığı, sadece ağızlarında geveledikleri bir takım lakırdılardan ibaret olduğu beyan edilmiş oluyor.

Sonra Kur’an’ın Rabbani kaynağına delâlet eden eşsiz icazının başka bir noktasına geliyoruz. Yüce Allah âyeti kerimesinde :

“Daha önce kâfir olanların sözlerine benzeterek...” buyuruyor.

Müfessirler bu âyet hakkında şu mütalaayı ileri sürmüşlerdir: Bu âyetle onların bir insanın Allah’ın oğlu olduğu hakkındaki sözleri kastedilmekte ve bu sözleri, melekleri Allah’ın oğlu olarak kabul eden Arap müşriklerinin sözlerine benzetilmektedir... Bu doğrudur... Fakat âyetin delâlet ettiği sahanın şümulü çok daha geniştir. Bu sahanın şümulü, Hindistanda, Eski Mısırda ve Greklerdeki putperest akidelerin etüd edilmesi sonunda anlaşılmağa başlamıştır. Bu sûretle Ehli Kitabın —bilhassa hıristiyanların— da tahrif edilmiş akidelerinin hangi tesirler altında bu hale geldiği aydınlığa kavuşuyor.

Mısır teslisi; Oziris, İzis ve Ouris ’ten meydana gelmiş ve bu teslis Firavun putperestliğinin temelini teşkil etmiştir. Bu teslisten Oziris, babayı, Horis, oğulu temsil eder.

Mesih’ten senelerce önce İskenderiye’de okutulan akaid ilminde “kelime, ikinci ilâhtır” şeklinde tedrisat yapılıyor ve “Allah’ın ilk oğlu” ndan bahsediliyordu.

H i n d 1 i 1 e r de, üç uknumdan veya ilâhda tecelli eden üç ayrı halden bahsediyorlardı :

1 — Brahma: Yaratma ve meydana getirme,

2 — Feşnu: Muhafaza ve destek,

3 — Seyfa: Helâk ve öldürme...

Bu inançtaki “Feşnu” Brahmadaki lahutiyetten fışkırıp oluşan oğulu ifade ediyordu.

Asurlular ise, kelimeye inanırlar ve ona “Merduh” ismini verirler. Aynı zamanda bu merduhun, Allah’ın ilk oğlu olduğuna inanırlar.

Grekler de üç uknumlu bir ilâha .inanırlardı. Kâhinleri onlara, kurban kesme emrini verince, üç defa mukaddes su ile yıkadıkları kurbanlıkları rüşvet olarak verirlerdi. Sonra üç parmakla buhurdanlıktan buhur alırlar ve hepsini üç defa mukaddes su ile yıkadıkları kurbanlıklara serperlerdi. Böylelikle teslisi ifade ediyorlardı. Kilisenin sahip çıktığı bu ibadet nevilerinin arkasında putperestlik inançları görülmekte ve bu yüzden, onların sözleri, daha önce küfredenlerin sözlerine benzetilmektedir.

Kur’an’ın nazil olduğu zamanlarda bilinmeyen eski putperestlerin inançlarına;'“Daha önce küfredenlerin sözlerine benziyor” âyetinin ilâhî.ölçüsüyle bakacak olursak, (Ehli Kitabın hak dini din edinmediği, sağlam bir imanla Allah’a inanmadığı anlaşılacağı gibi) Kur’-an-ı Kerim’deki icazın eşsizliği de tebellür etmiş olur. Bu bize, Kur’-an’ın İlâhî kaynaktan geldiğini ve bu yüce kitabın Alîm ve Habîr olan  tarafından gönderildiğinin bir daha tekitle duyurulması demektir.

Bu izah ve açıklamadan sonra, Ehli Kitaba ait şirk ve küfrün hakikatini bildiren âyete geliyoruz:

“Allah’tan bulsunlar!.. Nasıl da uyduruyorlar?..’

Ve... evet... Allah kahretsin onları... Şu apaçık haktan nasıl da yüz çeviriyorlar?!.. Akıl ve vicdanın asla uyuşamadığı o kördüğüm olmuş putperestliğe nasıl meylediyorlar?!..







































































































































5 yorum:

  1. ŞİRK'İN DEVLET ELİYLE RESMİLEŞTİRİLMESİ.!
    https://www.dailymotion.com/video/x3qegyd_sirk-in-devlet-eliyle-resmilestirilmesi_lifestyle

    YanıtlaSil
  2. İlâhi nizamın tabiati budur!.. Bu nizam, müslümanların kalbine (bu şekliyle yerleşmesi icabeder. Heybet, kuvvet ve satvet, bu dine '¡mutlaka gereklidir. Zalimleri temelinden sarsacak, İslâm dalgasının /önüne çıkma cüretini yok edecek bir şevket ve azamete ihtiyacı vardır bu dinin!.. Çünkü o, yeryüzünde “insan” cinsini zalimlerin esaretinden kurtarmak, hürriyete kavuşturmak için meydana çıkmıştır. Bu dinin metot ve prensiplerinin, maddî cezalar ve zalim kuvvetler karşısında sadece davet ve tebliğden ibaret olduğunu sananlar, bu dinin tabiatini zerre kadar anlamayan zavallılardır!
    https://www.youtube.com/watch?v=2ehCceyP_38&index=3&list=PLr342JFErS76u5CDh7Yq5gADyDiArjk1M

    YanıtlaSil
  3. Ahidler meselesindeki müteaddit rivâyetler hakkında da şöyle ■der :

    “Bu ve benzeri haberler de, bizim sözlerimizin doğruluğunu ve dört aylık müddetin ancak vasfettiğimiz kimseler için konulduğunu gösterir. Malum bir müddete kadar muahedesi olan kimseye karşı ahdi bozmak ve onların düşmanlarına herhangi bir yolla yardımda bulunmak selahiyeti, ne Resulullah’a ve ne de müslümanlara verilmiştir. Resulullah; Allah'ın emrine uyarak ahdine, sonuna kadar vefa göstermiştir. Âyetlerin ve Resulullah’tan gelen haberlerin-zahiri de buna delâlet eder.”

    Biz, çeşitli zayıf rivâyetlerle beraber, Şiilerle, Emeviler ve Ehil sünnet arasındaki siyasi ihtilafların neticesi varid olabilecek bazı rivâyetleri de terketmeyi uygun görüyoruz. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz :

    Resulullah, o sene Hz. Ebu Bekir’i hac emiri olarak gönderdi. Çünkü müşrikler Beytullahı çıplak olarak tavaf ederken haccetmeyi çirkin görüyordu. Sonra Tevbe Sûresinin baş kısmı nazil oldu. Bunun üzerine Ebu Bekir’in arkasından Hz. A 1 i ’yi gönderdi. Hz. Ali, âyetlerin tazammun ettiği nihaî hükümleri, bundan sonra Beytullahı hiçbir müşrikin tavaf edemiyeceği gibi hususları açıkladı.
    T i r m i z i, Hz. Ali ’nin şöyle dediğini rivâyet eder :

    Berâet Sûresi nazil olduğu zaman, Resulullah beni dört hususu açıklamak üzere gönderdi :

    1 — Beytullah, çıplak tavaf edilmiyecek,

    2 — Bu seneden sonra, hiçbir müşrik Mescid-i Harâm’a yaklaşmayacak,
    3 — Resulullah’la muahedesi olan kimsenin ahdi, muahede müddetinin sonuna kadar geçerli sayılacak,

    4 — Müslüman kişilerden başka hiç kimse cennete giremeyecek.
    http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/06/cennetini-garanti-altina-al-kardesim.html

    YanıtlaSil
  4. Müslümanlar öyle bir düşmanla karşı karşıyadırlar ki, işkence fırsatını yakalıyabilmek için gözlerini açmış bekliyor durmadan.
    Bunlar en küçük bir şefkât ve merhamet hissi duymadan müslümanları parçalamağa çalışırlar. Ancak yapamadıkları zaman'faaliyetlerine son verirler. Ne mevcut bir muahede, ne mer’î bir sözleşme, ne yürürlükteki bir antlaşma ve ne de devam eden bir akrabalık bağı onları durdurmaz!.. Bu ifadenin arkasında, uzun tarihî gerçekler yatıyor. Bütün tarih şehadet eder ki, onların değişmeyen taktiğidir bu. Hiç bırakmazlar bu taktiği. Bazı istisnaî hallerde çok kısa bir zaman için değiştirseler dâhi, sonunda yine aynı taktiği kulİanırlar.
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=143030799481663&id=100013242319421

    YanıtlaSil
  5. “Nasıl ahidleri olabilir ki, fırsat bulup galip gelselerdi, size karşı ne akrabalık bağlarına, ne de muahede hükümlerine aldırırlardı?”

    “Ne akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine riayet ederler... Onlar taşkınların ta kendileridir.”

    Bu durum sadece Arap Yarımadası’na has geçici bir durum değildir. Hatta B a ğ d a t ’a has muvakkat bir facia değildi... Şurası muhakkak ve kati bir gerçektir ki; nerede mümin kitleler bulunursa ve nerede yalnız ve yalnız Allah’a tapılırsa... Ne zaman ve nerede Allah’tan başkasına tapan mülhidler ve imansızlar da mevcud olursa yukarda zikri geçen durumlarda bulunacaktır, aksi imkânsızdır. Zaten bundan dolayıdır ki yukardaki âyetler — her ne kadar yarımadadaki bir durumu ortadan kaldırmak ve inatçı putperestlerle muamele şekillerini beyan etmekte ise de — zaman ve mekân kaydıyla sınırlı değildir... Çünkü ihtiva ettiği hükümler her zaman ve her yerde geçerli hükümlerdir. Bunların uygulama hususuna gelince tamamen tatbik gücü ve imkânı ile alâkalıdır. Tıpkı Arap Yarımadası’nda olduğu gibi ne zaman ele imkân geçerse o zaman tatbik sahasına konur. Yoksa zaman ve mekânın değişmesiyle tebeddül etmeyen temel şartlar ve esas hükümle ilgili değildir...
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=144176546033755&id=100013242319421&pnref=story

    YanıtlaSil